top of page

"Her Şey Dans Ediyor" hakkında

Sona Ertekin & Aynur Kulak


Röportaj ilk olarak burada yayınlanmıştır.







Sona Ertekin yeni romanı Her Şey Dans Ediyor’da gerçek dünyada fantastik adımlar atarak kurduğu evrene bizi davet ediyor. Davet edildiğimiz dünyada müzik, dans, renklerle bambaşka bir hikâye bizi bekliyor.



Hacettepe Üniversitesi Amerikan Kültürü ve Edebiyatı okuduktan sonra, yüksek lisansını sinema ve televizyon alanında yapmışsın. Bu süreçler sonrası perspektifini çok geniş tuttuğun hakikatli bir yolculuk başlıyor senin için mesleki hayatından. Edebiyatın odaktan hiç çıkmadığı hayat yolculuğunu nasıl anlatırsın? Mesela edebiyat sevgine katma değeri en yüksek olan dönemin hangisiydi?


Belki kulağa komik gelecek ama edebiyat annemin hamileyken henüz anne karnındaki bana kitap okumasıyla başlamıştır benim için. Daha okumayı sökmeden geceleri bana okuduğu Martı Jonathan Livingston’ın hatıralarımda hâlâ büyüleyici bir yeri var. Büyük, engin bir boşluk. Rüzgâr ve kanat sesleri… Annemle babamın yatağının başucunda kocaman bir kütüphane vardı. Onların yatağını işgal ettiğim zamanlarda uzandığım yerden kitap sırtlarına bakardım. Salah Birsel’in Boğaziçi Şıngır Mıngır kitabı neşelendirirdi beni. Rengârenk desenli, eğlenceli bir sırtı vardı. Tagore’un Büyüyen Ay’ı ise yüreğime gizemli bir korku salardı. Sırf bu yüzden daha edebiyat okumaya başlamadan, küçük yaşta pek çok yazarın ve kitabın adını ezbere bilirdim. Okuyan bir ailede büyümenin zenginliğini hep yaşadım. Dedemin tavanlara kadar uzanan rafları kitaplarla dolu müthiş bir çalışma odası vardı. Annem de küçük yaştan itibaren beni hiç kitapsız bırakmadı, hep doyurdu. İlyada’dan Masalın Aslı’na, Fedor Amca’dan Noktacık ile Anton’a hep şahane kitaplar vardı elimin altında. Ortaokulda hız kesen bu okuma dalgası lise yıllarımda tekrar alevlendi. Rock müzik ve The Doors saplantımla birlikte Beat Kuşağı ve Varoluşçular hayatıma girdi. Bunun yanında Anais Nin, Baudelaire, Rimbaud, Salinger, bolca çeviri edebiyat ve delicesine Hayalet Gemi! Hayalet Gemi dergisinin bendeki etkisi belirgindir, şimdi düşünüyorum da ne şanslıymışız, böyle bir dergi varmış zamanımızda. İşte bu dönem, yani bir yandan kolejde lise öğrenciliği bir yandan Ankara, Yüksel Caddesi’nde sokak serseriliği yaparken kitapları okumak ne kelime, adeta yiyip içtiğim, her daim parkamın cebinde kitap taşıyıp haftada en az iki üç kitap okuduğum lise yılları okur olarak en çok beslendiğim ve şekillendiğim dönemdir.  



Her Şey Dans Ediyor’u yazmak adına seni masanın başına oturtan meseleler, sebepler nelerdi?


Yine komik bir cevap olacak ama, annemin Muğla’nın bir kıyı köyündeki evinde bir komşusu vardı. Kadıncağız uğursuz eşinden öylesine bezmişti ki bir gün avluyu hortumla yıkarken “Bu dünyaya bir daha da asla gelmeyecem!” dediğini duydum. Bir insanı sadece hayatından değil, tüm hayatlarından, reenkarnasyondan bile bezdirmek mümkündü demek ki. Bunun tam tersi bir senaryoda öyle mutlu bir beraberlik hayal ettim ki bu iki insan yeniden dünyaya geldiklerinde başkalarıyla vakit kaybetmeden hemen birbirlerini yeniden bulmak istesinler. Ama reenkarnasyonun temel kuralı icabı farklı bedenlerde, belki farklı ülkelerde, farklı yaşlarda, farklı sosyal katmanlarda, hatta farklı çağlarda reenkarne olabilirler. Peki bu durumda birbirlerini nasıl bulacaklar? Asıl çıkış noktası buydu sanırım. Arkasından da şu soru geldi, ortada tek bir dağın olması onun farklı açılardan bakıldığında tamamen farklı manzaralar yaratabileceği gerçeğini değiştirmiyor. Peki bu ortadaki yükseltiyi bir ilişkinin yıllar içinde katman katman birikerek yükselen dağı olarak düşünelim. İki insanın geçmişe yönelik hafızası birbirinden tamamen farklı manzara tasvirleri ortaya çıkarabilir. Hikâyemiz ortak olsa da senin hatırladığınla benimki tamamen farklı olabilir. Dolayısıyla diğer temaların da ötesinde bu kitap temelde hafıza üzerine diyebilirim. Aslında bugünkü perspektifimiz geçmişe bakışımızı da değiştiriyor. Geçmişe dair bugüne dek kurguladığımız bir hikâye bugünümüzdeki bir kırılmayla tamamen değişebiliyor. Sanki birileri zamanda geri gitmiş ve her şeyi değiştirmiş gibi… Toz pembe kurguladığımız bir geçmişin karanlık gölgeleriyle ya da acı dolu kurguladığımız bir geçmişin sevgi ve şefkat dolu olduğu gerçeğiyle yüzleşebiliyoruz. Şimdiye yaklaşımımız geçmişi de etkiliyor, geleceği de.



70’lerden -ve 2000’lerin başından itibaren özellikle- günümüze kadar geldiğimizde teknolojik, toplumsal, kültürel ve hayatı algılayış, yaşam tarzları anlamında inanılmaz derecede bir değişim var. Aynı şekilde ciddi bir kutuplaşma dönemi de söz konusu. Değişim, dönüşüm ve kutuplaştırılma gibi tüm unsurlarıyla toplumsal ve bireysel gerçekçi bir roman diyebilir miyiz Her Şey Dans Ediyor için?


Bizim toplumsal tarihimiz kutuplaşmalar ve kırılmalarla dolu zaten. Kitabın bir kısmının geçtiği 1972 yılı dünyada 68 kuşağının getirdiği bir özgürlük havası, rock’n’roll ve disko kültürüyle anılıyor ama aynı dönemde Vietnam savaşı da sürüyordu. O yıl toplam 70 ülke biyolojik silahların kullanımını onaylayan bir sözleşmeye imza atmıştı mesela. Türkiye’de ise 72’yi Kızıldere katliamıyla, Deniz’lerin idamıyla hatırlıyoruz. Dolayısıyla o dönemin gençliğinde bir kırılma yaşandığına inanıyorum. Birileri diskoteklerde dans ederken birileri de hapishanelerde işkence görüyordu. İmkânı olanlar ‘siyasi’ olmasın diye çocuklarını yurtdışına gönderiyorlardı. Ben buna yargılayıcı ya da suçlayıcı şekilde yaklaşmıyorum, herkesin tarihte kendine göre bir rolü vardır ama bu çelişkinin nasıl yaşandığını hep merak etmişimdir. İşte bu kırılmayı kitaba yansıtmaya çalıştım. Tarihte baskının en güçlü hissedildiği dönemler özgürlükçü hareketleri ve sanat akımlarını da besliyor. Alt kültürlerin doğmasına sebep oluyor ki bu da önemli.



Peki ya 2000’ler? Kitabın daha büyük bir kısmı da 2015 yılında geçiyor sanırım.


Evet, kitabın yakın tarihli kısmının 2015 yılına denk gelmesi de tesadüf değil. Türkiye’nin ilk pole dans stüdyosu WOW 2013 yılında açılmıştı ve Gezi de aynı yıl içinde yaşandı. 2015’te yani muhafazakar bir hükümetin yaklaşık 13. yılında pole dans kültürü kendine çoktan güçlü bir yer edinmiş ve yeni yeni stüdyolar açılmaya başlamıştı. Alt kültürler benim hem ilgi hem de yaşam alanım, dolayısıyla bu konuya önem veriyorum. Disko da pole dans da çıkış noktasında birer alt kültürdü ve zamanla her alt kültür gibi yaygınlaşarak ve evrim geçirerek ana akıma taşındı. Ben hikâyemi konumlandırmak için pole kültürünün henüz o kadar yayılmadığı, alt kültür niteliği taşıdığı yılları tercih ettim. Ama Türkiye’nin içinden geçtiği toplumsal iklimde, kadın haklarının ciddi hasarlar aldığı, kadın cinayetlerinin ayyuka çıktığı bir dönemde pole dansın böylesine güç kazanması bence önemliydi. Pole stüdyosu kadınlar için kendilerini güçlü ve ait hissedecekleri, şiddetle bastırılan dişil özgürlükleri canlandırıp kutlayabilecekleri bir sığınaktı. Kitapta bir de Türkiye rekoruna hazırlanan serbest dalgıç karakterimiz var. Yani oksijen tüpü kullanmadan tamamen kendi nefesiyle dalış yapıyor. 2015 yılında Türkiye’de serbest dalış şampiyonaları da yeni yeni yapılmaya başlamıştı. Sorumuza dönecek olursak, evet, kutuplaşma her zaman var ama ben tarihin doğrusal olarak değil, spiral ilerlediğine inanıyorum zaten. Tarih tekerlekten ibarettir. Dolayısıyla her kutup bir noktada kendini karşıt konumda bulacaktır elbet.

 


Çok karakterli bir roman Her Şey Dans Ediyor. Kendiliğinden mi oluştu bu durum? Bir karakter diğerini mi elinden tutup getirdi mesela ya da öyle kozmopolit, sınıfsal katmanlarıyla öyle çeşitli bir toplumuz ki böyle olması, kadronun geniş olması bir tesadüf değil miydi? 


İçinde fantastik öğelerin ağırlıkta olması bu kitabın toplumsal ya da gerçekçi unsurlar içermediği anlamına gelmiyor. Dolayısıyla bu tespit için öncelikle teşekkür ederim. Yazarken fantastik edebiyattan ve macera unsurlarından özellikle besleniyorum çünkü bu türlerin kurgusal yapısı okuru bir yolculuğa çıkaran, merakla finale sürükleyen nitelikte. Ben de okuru içine alacak, sarıp sarmalayacak bir okuma deneyimi yaratmak istiyorum. “Aslında okumak istediğim kitabı yazmaya çalışıyorum” diyebilirim. Son yıllarda beni etkileyen kitaplar ve yazarlar da bu yönde zaten. Örneğin Up Jumps The Devil (Michael Poore) –henüz çevirisi yapılmadı ve ben bu çeviriye talibim!–, Kuyruk (Christopher Moore), Kovboy Kızlar da Hüzünlenir (Tom Robbins), Her Yas On Sekiz Ay Sürer (Annie Hartnett), Bir Şey Olduğu Yok (Kevin Wilson). Sözünü ettiğimiz macera ve fantazya unsurları daha çok yapısal bir çerçeve ve yaratıcı bir özgürlük veriyor bana. Bu sayede içinde yaşadığımız çağı, ülkeyi, insanları daha mizahi ve kucaklayıcı bir şekilde inceleyebiliyorum.



Bunu yaparken mizaha da başvuruyorsunuz aslında.


Evet, mizah benim için önemli… Bizim edebiyatımızda belki ezilenler ve emekçiler var. Belki mavi yakalılar, beyaz yakalılar da var ve hepsi olmalı elbette, hepimiz olmalıyız bu bütünde. Ama bunların arası, dışı ya da kenarı yok. Oysa sistemin kenarı diye de bir şey var. Oralarda var olmayı tercih eden insanlar var. Benim tanıdığım hiç kimsenin yeterince temsil edilmediğini düşünüyorum edebiyatımızda. Çarpıcı toplumsal trajedilerin kahramanları olmasalar da onlar da bu çağın, bu ülkenin, bu büyük resmin bir parçası ve belli klişelerin dışında da temsil edilmeyi hak ediyorlar. Ömür boyu alt kültürlere âşık bir insan olduğum için hep burnumuzun dibinde olup da edebiyatımıza yansımayan karakterlere yer vermek istiyorum. Bu hikâyeler var ve bizim. Bir de şu var ki, kitabın kurgusunu hazırlarken çok yakın bir dostum bana “bundan üç kitap çıkar, böyle şey olmaz, azalt bunu” demişti. Dolayısıyla farklı hikâye eksenlerinin olması da karakterlerin sayısını ister istemez çoğalttı. İşin içine reenkarnasyon girdiği zaman bir karakterin farklı çağlardaki farklı versiyonları da devreye girdi. Ama şunu rahatlıkla söyleyebilirim, pavyon çalışanı, sevgili pavyon bireyimiz Ankaralı Ebru olmasa bu kitap çok sıkıcı bir kitap olurdu! Ona bayılıyorum, çok güçlü, asla eyvallahı olmayan, benzersiz bir kadın ve hepimize ilham veriyor. O sahneye çıktığı anda yanarlı dönerli fişekler patlıyor, ortaya meyve tabağı geliyor, her şey renklenip canlanıyor ve ben ister istemez gülümsüyorum.



Kadın karakterlerin varlığı hikâyenin yönünü de belirliyor. Ayza, Özge, Ankaralı Ebru. Hatta varlığı bir gölge gibi hikâyenin içinde dolaşan Suzan. Farklı kesimlerden farklı kadın karakterler her şeyin farkında. Hiçbir şeyin kutuplaştırılmaması gerektiğini, özellikle de cinsiyetlerin kutuplaştırılamaması gerektiği özgür bir dünyayı savunuyorlar.


Suzan hakikaten de bir hayal, bir gölge gibi dolaşıyor kitabın içinde, bu benzetme çok hoşuma gitti. Cinsiyetlerin kutuplaştırılmadığı bir dünyada yaşamak istiyorsak öncelikle cinsiyetleri kutuplaştırmaktan vazgeçmemiz gerekir. Bunun ilk adımı da kendi içimizdeki cinsiyetçi bakış açılarını görmek ve onları dönüştürmek… Kerim zaten 70’lerde yaşamış bir karakter olarak çok daha farklı bir dönemin insanı ve o çağın eril körlüklerini ve açmazlarını yaşıyor. Günümüze geldiğinde de bazı durumlar ve güçlü kadın karakterler karşısında sudan çıkmış balığa dönüyor elbette çünkü çağımızın genç kadınları artık o numaraları yemiyorlar, o manipülasyonlara gelmiyorlar, kendilerini ezdirmiyorlar. Öte yandan ortak ve eşitlikçi bir varoluş peşindeyken sürekli erkeklere öfkelenmek ve onları suçlamak da çok ham ve toy bir yaklaşım artık. Dolayısıyla herkes için iyiyi ve güzeli ararken suçlama ve etiketlemeden ziyade görmeye, anlamaya, görünür kılmaya, dönüştürmeye odaklanmak gerekiyor. En önemlisi de ataerkil diyalektiğin dışında bir iç bakış ve özdeğer geliştirmek. Yeni eril ve dişil varoluş biçimlerini keşfetmek.






Комментарии


bottom of page