Çevirmenlerden ve editörlerden, 2022’de çalıştıkları metinler arasında onları en çok etkileyen, doyuran, heyecanlandıran ya da mutlu edenleri anlatmalarını istedik.
Atlas’ın danışma kurulu üyelerinden Oğuz Tecimen’le başka bir hareket noktasından, bambaşka bir ihtimali düşünürken biranda ortaya çıktı bu fikir; bu yılı hep birlikte iyi kitapları paylaşarak kapatalım, bütün bir yıl boyunca çalıştığımız metinleri düşünüp, en sevdiklerimizi hatırlayalım istedik.
Bu emekyoğun işleri ısrarla yapmaya devam ediyoruz, en çok da uğraştığımız metinlerden gerçekten beslenebildiğimiz, yaşam sevinci ve ilham alabildiğimiz için. Listedeki kitaplara bakarken ve seçicilerin yorumlarını okurken hem bunu hem de anlatılmaya değer ne kadar iyi kitabın yayımlandığını (ve yayımlanmak üzere olduğunu) göreceksiniz.
Katılan herkese çok teşekkürler, sayenizde yılı altmışın üzerinde farklı duygu, bir o kadar farklı hikâye ve iyi olması için verilen emeğin ürünleriyle kapatıyoruz.
Katılamayanlarla seneye buluşmayı; unuttuklarımızın bizi affetmesini; henüz tanışmadıklarımızla güzel vesilelerle karşılaşmayı diliyoruz.
İkinci Kısım • Katılımcılar
K | Kaan Durukan • Kağan Kahveci
N | Nazlı Berivan Ak
O-Ö | Oğuz Tecimen • Orçun Türkay • Özde Çakmak • Özge Çelik • Özgür Öğütcen
R | Regaip Minareci
S-Ş | Sabri Gürses • Saliha Nilüfer • Saliha Yeniyol • Sami Türk • Sanem Sirer • Seçkin Erdi • Sedat Demir • Serap Gülerçin Karluk • Servet Ugan • Sevim Erdoğan • Seza Özdemir • Süleyman Doğru • Şiirsel Taş
T | Talha Dereci • Tevfik Turan • Tuğçe Özdeniz • Tülin Er • Tuncay Birkan
U-Ü | Utku Özmakas • Ümit Mutlu
Y | Yankı Enki
KAAN DURUKAN
Gecekondu: Türkiye’de Kırsal Göç ve Kentleşme
Kemal Karpat
•
Timaş Akademi (Timaş Yayınları)
Sosyoloji, Tarih
Kişisel penceremden bakıldığında, geride bırakmak üzere olduğumuz 2022 yılı içinde yayımlanmasına vesile olduğum kitaplar arasında beni en çok heyecanlandıran, en çok mutlu eden çalışma artık aramızda olmayan Kemal Karpat’ın (1923-2019) kaleme aldığı Gecekondu: Türkiye’de Kırsal Göç ve Kentleşme’dir. Türkiye’nin yetiştirdiği en önemli, en üretken sosyal bilimcilerden olan Profesör Karpat benim de hocam ve tez danışmanımdı.
Orijinali 1976 yılında Cambridge University Press tarafından The Gecekondu: Rural Migration and Urbanization başlığıyla basılan bu sosyolojik değişim, göç, nüfus hareketleri, demografi alanında öncü metin aslında daha önce de yayımlanmıştı, ancak bir yandan konunun can alıcı önemine rağmen 35 sene gecikmeyle Türkiye okuruyla buluşması yüzünden, diğer yandan İngilizce orijinalde dahi “The Gecekondu” tabiri tercih edilmişken nedenini bilemediğim bir şekilde çeviride başlığın Türkiye’de Toplumsal Dönüşüm’e evrilmesinden dolayı tam anlamıyla, hakkettiği derecede tanınmadığını düşünüyorum. Çok defa akademik ortamlarda, sözü edilen konularla özel olarak ilgilenilen mahfillerde dahi ya araştırmanın –İngilizce veya Türkçe olsun– bilinmediğine şahit oldum ya da henüz tercüme edilmediğinin sanıldığını gözlemledim.
Gecekondu’yu hangi özelliklerinin öne çıkardığına gelirsek... Karpat külliyatının dizi danışmanı sıfatıyla yazdığım önsözde de vurguladığım üzere, eser ilk bakışta bugünün okuruna bir klasik olarak görünecek, bu niteliğiyle de muhtemelen “eskimiş”, “güncellemeye muhtaç”, “yeni tartışmalardan uzak” hissini verecektir. Fakat altını çizerek belirtmeliyim ki, Karpat’ın senelerce masa başında ve sahada çalıştıktan sonra vardığı sonuçlar, 1970’lerin ortalarındaki tespitleri, analizleri, öngörüleri 2020’lerin toplumsal dokusunu, siyasal yapısını, iktisadi durumunu, tabii bu arada (iç, dış) göç olgusunu, şehri, şehir kültürünü, tüketim örüntülerini, genişleyen ve yükselen yapılaşmayı, rezidansları ve varoşları anlama açısından çarpıcı bir anahtardır.
Şöyle bitireyim: genelde (bence kendisine hayli dar gelen) tarihçi kimliğiyle tanınan Kemal Karpat’ı içeriği, yaklaşımı, metodolojisi ile sosyolojik olan bu çalışmasıyla gündeme getirdiğime memnunum. Bunu da yayıncılığa “university press” mantığıyla yaklaşan, dolayısıyla kar kaygısı gütmeksizin bilimsel açıdan değerli yapıtları okurla buluşturmayı amaçlayan yeni, çiçeği burnunda bir yapılanmada gerçekleştirmek diğer bir mutluluk kaynağım.
KAĞAN KAHVECİ
Spekülatif Materyalizm:
Varlık, Zaman, Adalet, Din, Bilim
Quentin Meillassoux
•
Pinhan Yayınları
Felsefe
Quentin Meillassoux tarihsel bir rastlaşma nedeniyle değeri “fazla erken” anlaşılmış bir filozof oldu. 2006 yılında, 39 yaşındayken yayınladığı Sonluluğun Sonrası kitabının ardından büyük yankı uyandırdı; hakkında kitaplar, makaleler, mastır ve doktora tezleri yazıldı; düşüncesi sanat eserlerine konu oldu, hatta “spekülatif realizm” denen çağdaş bir düşünce akımı onun “korelasyonculuk” kavramını adeta amblemi olarak benimsedi, kimi felsefeleri yıkmak için koçbaşı olarak kullandı, kullanıyor. Fakat tek bir kitabının yarattığı bu büyük yankı aslında çok daha geniş kapsamlı ve “spekülatif realizm” adı altına sığdırılamayacak bir felsefi girişimi biraz gölgede bıraktı diye düşünüyorum. Sonluluğun Sonrası’nı çevirdikten sonra Spekülatif Materyalizm: Varlık, Zaman, Adalet, Din, Bilim adı altında derlediğim 7 farklı yazısıyla filozofun bahsettiğim felsefi girişimini başka heyecan verici boyutlarıyla sergilemek istedim. Meillassoux’yu takip eden yakın çevreme bu derleme kitabı tanıtırken şimdi onun nasıl bir “deli” olduğunu göreceksiniz diyordum. Çünkü filozof felsefede spekülasyonu sonuna kadar kullanma hakkını kullanmadan önce Sonluluğun Sonrası’nda böyle bir girişimin neden meşru olduğunu oldukça güçlü argümanlarla ispat ediyor, gelecekte yayınlayacağı İlahi Yokluk kitabında söyleyeceklerinin “akıllı bir deli”nin işi olduğunu göstermek için alan temizliyordu bana kalırsa. 2022 yılında yayınladığım bu derleme kitapla benim düşüncemi birçok bakımdan özgürleştirmiş filozofun düşüncelerini Türkçe okurlarıyla paylaşarak felsefenin hâlâ ne kadar bereketli bir toprak olduğunu göstermek ve konuşabileceğim insanları bu kavramlar etrafında bulmak en büyük amaçlarımdandı ve şimdiden harika insanları bir araya getirdi; umarım 2023’te ve sonrasında Meillassoux ile heyecanlanan ve düşünen insanların sayısı ve birlikteliği artar.
MEHMET BARIŞ ALBAYRAK
Dünya Çağları
Friedrich Wilhelm Joseph von Schelling
•
Ayrıntı Yayınları
Felsefe
Klişe felsefe tarihi metinlerinde Schelling genellikle Fichte ile beraber Hegel’e giden yolda bir ara dönem olarak gösterilir. Neyse ki son yıllardaki çalışmalar bu klişeyi yavaş yavaş ortadan kaldırıyor ve filozofun son derece özgün düşüncesini açığa çıkıyor.
Burada filozofun sıradışı yaşamöyküsünden ya da Kant sonrası klasik Alman düşüncesini ve Alman Romantizmini derinden etkileyen felsefesinden ayrıntılı söz edemem. Ama bunun yerine, hazır böyle bir fırsat bulmuşken, önce Schelling’in özgürlük dönemi metinlerine neden özel bir ilgi duyduğumdan, ardından bu döneme ait çevirdiğim üç kitabın (İnsan Özgürlüğünün Özü Üzerine, Clara ve Dünya Çağları) sonuncusu olan Dünya Çağları’ndan kısaca söz edeceğim.
Schelling, iki yüz küsür yıl önce, insanın kibrinin yalnızca kendisini değil doğayı da mahvedebileceği uyarısında bulunuyor. Schelling’in Naturphilosophie’si, doğayı bir inceleme nesnesi olarak gören klasik bir doğa felsefesi değil. Schelling’e göre özne her zaman incelediği şeyin bir parçasıdır. Bu nedenle doğa üzerine düşünen de aslında doğanın kendisidir: Naturphilosophie doğanın felsefesidir, kendisini bir nesne olarak da düşünebilen doğanın.
Schelling’in özgürlük felsefesi dönemi, insan tarafından nesneleştirilen, mekanik, dolayısıyla hükmedilmeye açık bir doğa anlayışı yerine canlı ve dinamik bir doğa anlayışını ortaya koyar. Böyle bir doğa anlayışında insanın yerini sorgular.
Diğer taraftan Schelling, insanın iyilik ve kötülüğe yetkinliği olarak özgürlük meselesini araştırdığı İnsan Özgürlüğünün Özü Üzerine adlı metninde, insanın nasıl gittikçe bencil iradesinin tutsağı olduğundan söz eder ve apaçık biçimde bu tutsaklığın insanın ve doğanın sonunu getirebileceği konusunda bizi uyarır.
Schelling’e göre insan iradesinin bireyselleşip bencilleşmesi, insanın aslında bir parçası olduğu doğadan kopuşunun bir sonucudur.
Diğer taraftan Schelling, bence en nitelikli felsefi üretimini gerçekleştirdiği özgürlük felsefesi döneminde, insanın yol açabileceği felaketlere karşı bizi uyarmanın yanı sıra, kendince bazı yollar da arar. Bugün bazı yeni felsefi akımların öne sürdüğü üzere özne felsefesini tamamen terk etmenin, nesnelere ya da bir tür doğaya dönüş mitine sarılmanın aksine, Schelling doğayı ve tinselliği yeni bir sentezde birleştirebilecek yeni öznellik biçimleri bulmamızı önerir.
Schelling’in son çevirdiğim metni Dünya Çağları’nın üç farklı versiyonu var. Ben ilk versiyonu çevirdim ve kendimce nedenlerini önsözde anlattım. Schelling’in yaşarken yayımlatmadığı bu metinler, filozofun belki de en zorlu, en tuhaf, en yoruma açık metinleri. Her şeyden önce henüz üzerinde yeterince çalışılmamış olağanüstü bir zaman felsefesi barındıran Dünya Çağları bir teoloji metni, bir tür çağdaş vahiy, felsefe tarihiyle bir hesaplaşma ya da insan ruhunun çatışmalarını şiirsel bir dille betimleyen psikanalizin öncüsü olarak okunabilir. Belki de Schelling’in üzerinde hayatı boyunca çalıştığı Dünya Çağları’nın tamamlanmamışlığı okura aynı zamanda bu eşsiz sonsuz okuma olanağını sunuyor.
Yine de Dünya Çağları’nı Schelling’in diğer özgürlük dönemi metinleriyle birleştiren apaçık bir yönü var: Özgürlük, dahası özgürlük için mücadele insanın yegâne özünü oluşturur. İnsanın en büyük kudreti özgürlüğe yetkin bir varlık olmasıdır. Bu yetkinliği nasıl kullanacağı, iradesini bireyselliğin mi yoksa evrenselliğin mi hizmetine sunacağı kendisine bağlıdır. Herakleitos’un dediği gibi, karakter insanın kaderidir. Ama Schelling şunu da sürekli vurgular: Hangi karakteri seçeceğimiz de bize bağlıdır. Kısacası insanın hiçbir mazereti olamaz.
MEHMET ERKURT
Gözcü Kulesinde
Delâl Arya
•
Can Çocuk
Roman
2022 yılında yayına hazırladığım ve bende güçlü iz bırakan kitaplardan biri, Delâl Arya’nın yeni dizisi “Öteden Beri”nin ilk cildi Gözcü Kulesinde oldu.
Fantastik kurguların kendimi bildim bileli tutkunu olduğum için, temelleri sapasağlam kurulmuş bir fantastik romanın beni hemen peşine takması zaten kaçınılmazdı. Fantastik edebiyatın öncelikli ihtiyaçlarından birinin –kulağa paradoksal gelse de– “inandırıcılık” olduğunu düşünürsek, bir okur olarak beklediğim asgari mantık bütünlüğünü ve iç tutarlılığı misliyle sunabilen bu kurguyu çalışmak, benim için yadsınamayacak bir şanstı. Hele ki bu kurgu, içinde yaşadığım şehre, âşina olduğum mekânlara, soluduğum atmosfere hem yeni bir katman hem de bütün duyulara hitap edecek zenginlikte bir dekor daha ekliyorsa. Özellikle de iktidar hırsı ve kişisel çıkarlarla biçimlenen hoyrat gerçeklik, kültürel ve tarihi dokuyu sürekli hırpalar, eksiltir, vasatlaştırır ve bozarken.
Delâl Arya, beş ciltlik “Pera Günlükleri” dizisinde olduğu gibi, “Öteden Beri”de de İstanbul’a karşı hissettiği büyük tutkuyu cömertçe yediriyor öyküsüne. Başlangıcın, varoluşun, efsanelerin, rivayetlerin, büyülerin, bilinmezlerin, keşfedileceklerin, gizemlerin ve hatta hikâyelerin merkezi, köprüsü, kavşağı, yine kadim ve ihtişamlı İstanbul. Hem 1990’lı yıllardayız, hem de oryantalist estetiği hissedecek kadar zamanın ve mekânın dışındayız. Perilerin, büyünün, meydana getirme ve dönüştürme gücüne sahip hikâye anlatıcılarının gerçek olduğu, anakronik, alternatif bir Konstantiniyye’de, klasik ve monarşik olduğu kadar modern de bir ülkedeyiz. Sezen Aksu’yu, Mor ve Ötesi’ni duyabildiğimiz yakınlıktaki şehir, aynı zamanda Binbir Gece Masalları’nın egzotizmini de yaşatıyor.
Bir kısmı isimleriyle müstesna başkahramanlarımız, namıdiğer Pleizade çocukları Sinan, Simya, Arat ve Çay’la, dünyanın en büyüleyici başkentini tehdit eden lanete karşı, yolculuklarla dolu bir maceraya çıkıyoruz. İtalya’da başlayan serüven, Konstantiniyye’nin irili ufaklı birçok büyülü yaratığa ev sahipliği yapan eski mahallelerinde sürüyor. Dizinin, sinopsisini okuma mutluluğuna eriştiğim ikinci kitabını sevgili Delâl’le 2023’te çalışacak olmak, keyifli bir okuma deneyimine ek olarak, içinde yaşadığımız ve sürekli canlı tutulan tedirgin edici bağlamın da bir adım dışına çıkacağımın müjdecisi. Sevdiğimiz kitaplar üzerine bol bol sohbet edeceğimiz bir 2023 dileğiyle.
MERYEM MİNE ÇİLİNGİROĞLU
Bir Kadın
Sibilla Aleramo
•
Yapı Kredi Yayınları
Roman
En sevdiğim edebiyat türü masaldır. Masalların başında kahraman mutlu ya da mutsuzdur, sonra bir dizi serüvenin, mücadelenin, zorluğun içinde buluverir kendini. Bu süreçte ona tuzak kurmak isteyen kötü kalpli düşmanlarla başa çıkmak zorundadır. Bu zor görevde yardımına koşacak dostlar kazanır: iyi kalpli insanlar, periler, sincaplar… Kahraman ve dostları hep iyidir, düşmanlar hep kötüdür. Kötülükle giriştiği mücadelede kahraman defalarca yenik düşer ama en sonunda zafer kazanır. Kötüler cezasını bulur, ya da daha da güzeli pişman olup dönüşürler. Bu uzun ve maceralı yolculukta kahraman da dönüşür, o artık olgunlaşmıştır, iyiliği altın gibi denenmiştir. Mücadele sırasında aldığı yaralar kapanmış, mutlak bir mutluluğa kavuşmuştur.
Bir kadın romanı bir masal değil… Babasının el üstünde tuttuğu, okuttuğu ve yetiştirdiği küçük bir kız. Adeta bir prenses. Prensesin gözünde kral tapılası, kraliçe güzel olmasına güzel ama silik, gergin, hep ağlamaklı. Küçük kız o yaşlarda, "Annem neden mutsuz?" diye sormuyor, dünyası bir yıldız gibi parlayan babasıyla, kitaplarla, düşüncelerle dolu.
Baba işini kaybediyor. Aile Güney İtalya'nın ücra bir köşesine taşınıyor. Güneş, deniz, kum harika ama prensese okul yok. Kral baba bir çözüm buluyor hemen, kızını fabrikada yanına asistan olarak alıyor. Prenses yavaş yavaş büyüyor. Çalışmanın, özgürlüğün tadını çıkarıyor, dünyalar onun. Sonra bir canavar onun dünyasını bir kere, bin kere yıkıyor. Önce kral-babayı bir solucan-baba gibi gösteriyor, sonra ergen kıza tecavüz ediyor. "Kadın!" olanları kimseye anlatamıyor, canavarı kendi gözünde beyaz atlı prense çevirmeye çalışıyor, kendini kandırmaktan başka çıkış yolu görmüyor. "Evleneceğim" diye diretiyor. Buhranlar içindeki anne hiç yaşayamadığı romantik aşkın hayalini kuruyor kızı için. Babanın aklı almıyor, kızı hayatını aşkla mı yakmak istiyor!
Yakan aşk olsaydı keşke! Canavar karısına hayatı zindan ediyor, onun ruhunu, özgürlüğünü, hayallerini, içinde güzel olan ne varsa hepsini tekrar tekrar yakıp yıkıyor.
Derken hayat, kadına bir mutluluk getiriyor. Bir oğul. Gel zaman git zaman genç kadının gerçek benliği filizleniyor. Annesini anlamaya başlıyor. Vicdan muhasebesi yapıyor. Desteğini esirgemeyen babaya koşuyor. Dostlar kazanıyor. Kendisi için mücadele etmeyen adamlar tanıyor. O baskıcı yerin, eğitimsizliğin insanları nasıl bir ikiyüzlülüğe, ahlak kisvesi altında nasıl bir ahlaksızlığa ittiğini görüyor. Bir kadın olarak (o günkü) yasaların karşısında bir hiç sayıldığını görüyor. Özgürlüğünü kazanıyor ama ne pahasına!
Bu kitap masal değil, gerçek. Masallardakilerden çok daha katışıksız, çok daha vahşi bir kötülük var içinde. Burada mutlak bir mutlu son yok. Bedeli, acısı ağır bir zafer var. Kahramanın yaraları hiç silinmiyor…
Özgürlük mücadelesi vererek vurulduğu zincirleri koparan Aleramo, ilk İtalyan feminist romanlarından biri olan bu eseri, oğluna annesinin kim olduğunu anlatmak için yazmış…
NAZLI BERİVAN AK
Ne Eğlenceli Çağ
Kiley Reid
Çev. Sinem Sancaktaroğlu Bozkurt
•
April Yayınları
Roman
Kasım 2019, bookbub.com’da Such a Fun Age adındaki romanı müjdeleyen kısa tanıtımı okuyorum, kitap 2020’nin başında yayınlanacak ve Kiley Reid ırka, ayrımcılığa dair bir metne imza atmış, ilk roman, ilk heyecan. Aynı gün ajansına ulaşıyorum.
Kasım 2019 sonu, metni okudum, beğendim, Türkçe yayın hakları için teklifimizi ilettim, kabul edildi, Such a Fun Age artık April romanı.
Ocak 2020, roman İngilizce okunan her yerde ve artık tüm kitapçılarda, ortalığı kasıp kavuruyor, Reese Witherspoon kitap kulübü seçkisine alıyor, “Yılın başında, yılın romanı belli oldu!” diyor. New York Times, Washington Post, NPR, Guardian ardı ardına Ne Eğlenceli Çağ’ı odağına alan makaleler yayınlıyor. Herkes Reid’i ve yarattığı cüretkâr dünyayı, anlattığı tuhaf hikâyeyi konuşuyor.
Şubat 2020, Amazon ve New York Times çoksatanlarında Ne Eğlenceli Çağ var ve otuz hafta da yerinden oynamayacak.
Temmuz 2020, Booker ödülü uzun liste açıklanıyor: Ne Eğlenceli Çağ listede!
Aralık 2020, Goodreads, 2020 okur ödüllerinin kazananlarını açıklıyor. En iyi çıkış romanı ödülü Ne Eğlenceli Çağ’ın.
Sinem Sancaktaroğlu Bozkurt çeviriye 2020’de başlıyor, bölüm bölüm ilerliyoruz, mail trafiği yoğun. Berkay Taş da kapağa çalışıyor bir yandan.
Ve sonunda, 2022 baharında Ne Eğlenceli Çağ’ı yayınlıyoruz.
Başrolde siyah bir bebek bakıcısı ve onun pek iyi niyetli iş vereni var. Alix Chamberlain istediğini elde etmeye alışık, kendine güveni tam, markasıyla diğer kadınlara tuttuğunu koparmayı vadeden bir kadın. Emira Tucher ise hâlâ dünyadaki yerini arıyor. Yaşıtları kariyer basamaklarını bir bir tırmanırken, onun elinde şimdilik yalnızca muazzam bebek bakıcılığı becerileri var. Bir gece Alix’in bebeğiyle markete gitme hatası yapıyor. Mağazanın güvenlik görevlisi, dışarıda geç bir saatte beyaz bir çocukla genç siyah bir kadını beraber görünce Emira’yı iki yaşındaki Briar’ı kaçırmakla suçluyor. Bir yandan da olan biten her şeyi telefonuyla kayıt altına alan biri var... Sonrası mı?
Gösteri toplumuna hizmet eden beyaz feminizm.
Güç ve ayrıcalığa sahip olanı kancadan kurtaran, halihazırda zayıf olanı köşesine iyice sıkıştıran sosyal medya.
Çevrimiçi erdem sinyalleme, sonsuz duyar kasma.
Pasif aktivizm. Politik doğruculuk.
Kırılgan iktidar alanları. Hep haklı, hep mağdur ayrıcalıklılar.
2022 gibi bir roman Ne Eğlenceli Çağ, sert ve matrak, hazırlarken de anlatırken de eğlendiğim bir tuhaf roman. Çoksatan olmasa da hepsatan olacağına inancım tam ve April’e de, 2022’ye de pek yakıştı.
OĞUZ TECİMEN
Mutlu Olma Cesareti
Çev. Nilüfer Zülfikar
Kendinle Savaşma Sanatı
Çev. Belgin Selen Haktanır
Ichiro Kishimi ve Fumitake Koga
•
Koridor Yayınları
Felsefe, Psikoloji
Çeviri editörlüğü yapmak kendi deneyimimce “yavaş okuma sanatı” (Nietzsche) denen şeye imkân verdiği için, yayına hazırladığım her kitaptan keyif alıyorum ve etkileniyorum. Bu yıl editörlüğünü yaptığım kitaplar arasından özellikle bunu seçmemin nedeni ise beni şaşırtıp ters köşe etmesi. Uluslararası bir çoksatar olunca, itiraf edeyim, başta biraz hafifseyici bir önyargıyla bakmıştım. Fakat hafif sıklet bir popüler felsefe kitabı beklerken demir yumruk çıktı. Tam bir okuma dayağı oldu yani.
Mutlu Olma Cesareti (Courage to Be Happy) Kishimi ve Koga’nın yine Koridor’dan çıkan bir önceki kitabı Kendinle Savaşma Sanatı’nın (Courage to Be Disliked) devamı. Dolayısıyla iki kitabı tek kitap olarak değerlendirebiliriz. Zira ikinci kitabı yayına hazırlarken ilk kitabı da yeni baskı için gözden geçirdim.
İki kitapta da Adlerci bilge bir terapist ile arayış içinde bir delikanlının konuşmalarını Platon diyalogları gibi kurgulanmış bir çerçeve anlatı içinde okuyoruz. Yazarların iddiası “başka bir felsefe” olarak adlandırdıkları Adler psikolojisini antik ve modern filozofların fikirleriyle sentezleyerek başlı başına bir yaşam felsefesi olarak sunmak. Adler’in teorilerinin yanısıra Kant, Nietzsche, Hegel, Heidegger, Aristoteles, Platon, Stoacılar, Yahudi ve Hıristiyan hikmeti kitaptaki yaşam felsefesine entegre edilmiş (bazen açıkça, çoğu zaman isim vermeden). Yazarlar hiç bahsetmese de, bana kalırsa, kitapta Zen Buddhizmi’nin ve Kyoto Ekolü filozoflarının (Kitaro Nishida, Hajime Tanabe, Tetsuro Watsuji, Keiji Nishitani) önemli bir etkisi var; özellikle kitapta önemli bir yer tutan Adler’in “topluluk/ortaklık hissi” (Gemeinschaftsgefühl) kavramı ve Kant’ın özerklik anlayışı Japon felsefesine özgü aidagara, tariki, jiriki mefhumlarının tornasından geçmiş sanki. Bu zannım spekülasyondan ibaret bile olsa, hiç kuşku yok ki ancak Japonya’nın düşünce ikliminden Adler ve Batı felsefesi böyle yorumlanabilir. İki kitap da üslup ve yapı itibariyle kolayca okunup geçilebilecek metinler gibi dursa da yankısı kalıcı fikirlerle dolu. Kısaca Zen yalınlığında ama Buşido sertliğinde.
İki kitabın da adındaki “Courage to...” kimilerine tanıdık gelecektir. Paul Tillich, Courage to Be. Rollo May, Courage to Create. Dolayısıyla bizim kitaplar da varoluşçu psikoterapi çağrışımı yapsa da ifadenin asıl göndermesi Adlerci “cesaret psikolojisi”nde ve Kant felsefesinde. Kitapta başlığın göndermesine dair bir açıklama olmadığı için şeceresinden kısaca söz edeyim. Öncelikle Adlerci bir terapist olan Sofie Lazarsfeld’in 1925’te türettiği bir ifadeyle akraba: Mut zur Unvollkommenheit. 1966’da Amerika’da yayımladığı İngilizce makalesinin başlığıyla söylersek: Courage for Imperfection. Ya da bizim kitaba da gönderme yapan bir çeviriyle: Courage to Be Imperfect. Sonra, kitapta da alıntılanan Kant’ın “Aydınlanma Nedir?” makalesindeki “kendi aklını kullanma cesareti”yle akraba (Habe Mut dich deines eigenen Verstandes zu bedienen – Have the courage to use your own understanding). Ayrıca kitabın Sokratik yapısına istinaden klasik felsefedeki dört temel erdemden (basiret, adalet, cesaret, itidal) biri olan “cesaret”i (andreia/fortitudo) ve Platon’un Lakhes diyaloğunu da akla getirebiliriz.
Son olarak kapakla ilgili bir not. İlk kitabın kapağındaki kanji yuuki (cesaret) imiş, ikincisindeki shiawase (mutlu). Bir de yazdığım kapak metninin sonundaki reklamsı cümleye canıgönülden inandığımı belirteyim. “Bazen tek kitap hayatımızı değiştirebilir. Acaba o kitap bu kitap olabilir mi?..”
ORÇUN TÜRKAY
Günlük (1887-1925)
1. Cilt
André Gide
•
Yapı Kredi Yayınları
Günlük
Yıllardır, özellikle son üç dört yıldır, aralarda birtakım başka işler yaptım yapmasına ama temelde tek bir kitabı çevirdim – hâlâ çeviriyorum: André Gide’in Günlük’ünü. Dolayısıyla, yanıt verirken, pek seçeneğim yok, bu yıl da her şey onun gölgesinde kaldı.
Bunu başka kitapları, başka metinleri önemsemediğim için söylemiyorum kesinlikle ama her şeyden önce öyle oylumlu ki, uzun yıllardır evin bile parçasına dönüştü. Örneğin, akşamüstü çalışmayı bırakınca, içeri gidip, eşime: “Bugün şöyle dedi, şöyle olmuş” diyorum – kimi zaman ad bile vermeden.
Aslında, çok ama gerçekten çok uzun zaman önce onu çevirmeye başladım. Sonuçta ne olursa olsun benden kaynaklı birtakım nedenlerden ötürü iş uzadıkça uzadı, araya sürekli başka çeviriler almam gerekti. Sonra bu kez benden kaynaklı olmayan birtakım nedenlerden ötürü, onunla büyük ölçüde baş başa kaldım. Kimi zaman, şimdi bunca yıl bir kitabı çevirecek olsam, bu kitabı seçer miydim diye düşünüyorum. Sanırım, hayır. O zamanki aklımla çok daha çabuk çevireceğimi sanmıştım. Neyse, artık iş işten geçti.
1887’de başlayıp, 1950’de biten bir günlük bu. Özgün metin iki cilt halinde yayımlanmış. Türkçesi de öyle yayımlanacak. İlk cilt Şubat 2022’de çıktı. Bu kısa sayılamayacak süreçte, Gide’in, düşüncelerinin, yazısının, çevresinin, doğal olarak tarihin dönüşümlerine tanık olmak çok etkileyici kuşkusuz. İlgi alanları, müzisyenliği, okurluğu, bitkibilim merakı, yakasına bir ölçüde erken yapışan ölüm düşüncesi, ilişkileri, çevirmenliği, yolculukları, rantiye olmasına karşın yoksullara, düşkünlere, suçlulara bakışı, Hıristiyanlığı, Antik Yunan uygarlığını ele alışı, savaşlar karşısındaki tutumu, tüm bunların, daha nice özelliklerin başka kitaplarına yansıması aşırı derecede düşündürücü. Ama metinde, kim olursam olayım, kabullenemediğim, hoş göremediğim, bağışlayamadığım, o ne derse desin, yargılamadan edemediğim yerler de var.
Bu yıl çevirdiğim kitaplar arasında beni “en çok etkileyen, mutlu eden” kitabı sormuşsunuz. Etkilenmeyi bir kenara, az önce saydığım, ilk aklıma gelen özelliklerinin tarafına koyarsam, Günlük’ün beni şimdiye dek yalnızca iki kez mutlu ettiğini söyleyebilirim: Biri ilk cildin hiç bitmeyecekmiş gibi görünen çevirisi geçtiğimiz yılın sonlarına doğru tamamlandığında, ikincisi de 2022 Şubat’ında ilk cilt yayımlandığında.
Darısı ikincinin başına.
ÖZDE ÇAKMAK
Kadın Çalışmaları: Temeller
Bonnie G. Smith
•
İletişim Yayınları
Toplumsal Cinsiyet, Kadın Çalışmaları
Melike Işık Durmaz’ın editörlüğünde çevirisini üstlendiğim Bonnie G. Smith tarafından kaleme alınan Kadın Çalışmaları: Temeller adlı başvuru kitabı bu yıl bir parçası olmaktan en çok gurur duyduğum çalışmalarımdandı.. Bu kitabı kadın çalışmaları alanındaki diğer başvuru kitaplarından farklı kılan şeyin günümüze dek gelen akımları ele alış biçimi olduğunu düşünüyorum. Toplumsal cinsiyet anlayışına ve kadın çalışmalarına etki eden akımları, teorileri ve disiplinlerarası yaklaşımları ele alırken bu alanlardaki eleştirilere yer vererek okurun tek boyutlu değil eleştirmenlere kulak vererek konu hakkında daha geniş kapsamlı fikir sahibi olmasını sağlıyor. Çok hacimli olmayan ve kadın çalışmaları alanına giriş niteliğindeki bir kitap için kaydadeğer bir başarı.
Ülkemiz de dahil olmak üzere dünyanın dört bir yanında kadınların ve toplumsal cinsiyet normlarına uymayan LGBTİ+’ların maruz kaldıkları şiddetin ve ayrımcılığın kökenlerini kesişimsel bir şekilde ırk, sınıf, toplumsal cinsiyet, etnisite, din, şiddet, askerileşme, güvenlik ve barış temelinde ele alarak analiz eden kitabın bu alana dair bilgi sahibi olmak isteyen herkes için faydalı bir kaynak olacağını umuyorum.
ÖZGE ÇELİK
Hayat için Felsefe
Jules Evans
•
Koridor Yayınları’ndan çıkacak.
Felsefe
Jules Evans bu kitapta felsefenin esasen bir pratik de olduğunu hatırlatıyor bize. Antik Yunanlara göre insan gayet irrasyonel, bilinçdışı bir varlıktır; koca bir ömrü otomatikleşmiş kanaatler, dolayısıyla otomatikleşmiş duygular ve eylemlerle geçirir. Bununla beraber, aklını kullanarak kendini bilebilir, değiştirebilir; böyle bilinçdışı kanaat ve değerlerini irdeleyerek bilinçli bir biçimde yeni düşünme, hissetme ve eyleme alışkanlıkları geliştirebilir. Gerçekten öyle mi peki, yoksa insan aklını biraz gözümüzde büyütmek mi bu? İnsan rasyonalitesinin sınırları, aynı hataları tekrar tekrar yapıp durmamız ne olacak? Sonra genlerimiz, nörokimyasal durumumuz, bilişsel yanlılıklarımız, çevresel koşullarımız? Hem özgür irade veya bilinç diye bir şey var mı hakikaten, mistiklerin hurafeleri değil mi bunlar?
Düşünme, hissetme ve eyleme alışkanlıklarımızı aklıselime davet etme becerimiz genetik ve çevresel faktörler tarafından belirleniyorsa bile, hemen her zaman bize belli bir hareket alanı da kaldığını, otomatik programlamamıza belli bir itiraz etme “kapasitemiz” olduğunu ileri sürüyor Evans. Bilhassa Bilişsel Davranışçı Terapi alanında yapılan pek çok çalışmanın, antik Yunanların böyle düşünmekte hiç de haksız olmadığını gösterdiğini ortaya koyuyor. Askerler, astronotlar, keşişler, sihirbazlar, gangsterler, ev kadınları, politikacılar, anarşistler gibi her kesimden insanın felsefenin hayatını nasıl dönüştürdüğünü keşfetme hikâyesini aktarıyor.
Felsefenin bu dönüştürücü etkisi esasen ikili bir süreçten meydana gelir: “Önce otomatikleşmiş kanaatlerimizi Sokratik yöntemle bilinç süzgecinden geçirerek rasyonel olup olmadıklarına bakarız. Sonra bu yeni felsefi içgörülerimizi tekrarlaya tekrarlaya yeni otomatik alışkanlıklarımız haline getiririz.” Başka bir deyişle, “felsefe aynı zamanda bir idmandır; pratikle, her gün yapa yapa kolaylaşan bir zihinsel ve fiziksel egzersizler bütünüdür.” Felsefe bize “bir bilemedin iki ay uygulandıktan sonra yeni bir kişisel gelişim furyasının başlamasıyla unutulup gidecek kısa vadeli çözümler değil, kalıcı bir yaşam tarzı” sunar; “her gün, yıllar boyunca uygulanacak, benliği ve hatta toplumu radikal biçimde dönüştürecek bir şeydir”. Dolayısıyla “otomatikleşmiş düşünme ve hissetme alışkanlıklarını değiştirmek ciddi bir azim gerektirir, ayrıca tevazu ister: Dünyayı görme biçiminin yanlış olabileceğini kabullenmek kimsenin can attığı bir şey değildir. Kanaatlerimize, bizi dibe çektikleri zamanlarda bile, dört elle sarılırız.”
Evans otomatikleşmiş alışkanlıklarımızı nasıl değiştireceğimizi (duygularımızı nasıl kontrol edeceğiz, içinde yaşadığımız toplumla nasıl bir ilişki kuracağız, nasıl bir hayat süreceğiz), hayalindeki “Atina Okulu”nda bir araya getirdiği, antik dünyanın on iki büyük hocasına soruyor. “Kendimizi iyileştirip geliştirme sanatını öğretecekler bize, ama sadece bireye odaklanan bir türünü değil, çok daha iyisini: Ufkumuzu genişleterek toplum, bilim, kültür ve evren ile bağlantı kurmamızı sağlayacak bir türünü öğretecekler,” diyor. Aldığı cevaplar birbirinden çok farklı ama hepsinde ortak bir iyimserlik göze çarpıyor: “İnsanın rasyonel olabileceği konusunda umutlular ve felsefenin hayatlarımızı iyileştirmeye muktedir olduğuna inanıyorlar.”
ÖZGÜR ÖĞÜTCEN
Keyfin Emeği: Libidinal Ekonominin Eleştirisine Doğru
Samo Tomšič
Çev. Hakan Gürvit
•
Axis Yayınları
Psikanaliz, Kuram
Samo Tomšič'in Keyfin Emeği adlı kitabını yayına hazırlarken çok yakından okuma olanağı buldum. Bu kitabın güçlü iddiaları olan, bir nevi yeni bir alan açan bir kitap olduğunu düşünüyorum. Bunun nedeni iki problematik alanı, yani psikanaliz ve Marksizmi, bir araya getirmesinde yatıyor. Şimdiye değin “ekonomi politiğin eleştirisi” vardı ama Tomšič'in kitabıyla birlikte “libidinal ekonominin eleştirisi” de var. Bu şu anlama geliyor, bireye karşı toplum, öznel psikolojiye karşı toplumsal belirlenim, evrenselciliğe karşı tikellik ve hatta Marksizme karşı psikanaliz gibi ayrımların ötesine geçebiliriz.
Tomsic, Fransız psikanalist Jacques Lacan’ın jouissance kavramını hesaba katmadan radikal politik bir dönüşümün ve buna dayanaklık edecek bir teorinin olanaklarını çok derinden sorguluyor. Bugüne değin çeşitli şekillerde –mesela altyapı ve üstyapı tartışmasında altyapının belirleyiciliği, üstyapının görece özerkliği vs gibi konularda– yüzeye çıkan tartışmalarda eksik kalan halkanın Lacancı jouissance kavramı olduğunu iddia etmek haksızlık olmaz. Tam da mesele çözüm üretilemeyen noktada tekrar tekrar geri geliyor. Bu yüzden Tomsic’in projesini radikal politik teorinin “kayıp halkası” olarak adlandırıyorum.
Tomsic’in tartışmasının başka bir boyutunu ise “özne” mefhumu oluşturuyor. Özne kelimesi, geleneksel olarak ve hatalı biçimde –Türkçede de büyük ölçüde böyle– bilinçli bir faile, failliğe atıf yapmaktadır; hal böyle olunca özne, eyleminin nedenlerine hâkim ve ufku kendi iradesi tarafından çizilmiş bir bilinç varlığı olarak ortaya konmakta. Oysa, Tomšič'in bize önerdiği ve Freud’a ve Lacan’a referansla gösterdiği üzere, özne tam da insanın doğasına damgasını vuran negativitenin, olumsuzlamanın, bir tür “çıkarma” işleminin sonucu olarak ortaya çıkar ve bu ortaya çıkış aynı zamanda kendi kayboluşuyla, sahneden inişiyle eşdeğerdir. Buna ister ilk kez dilbilimin ortaya koyduğu gösterenin öznesi diyelim, ister harmonik-uyumlu baskı politikalarının politik özne ideali diyelim, öznenin yakasını bir noktadan bu negativiteye kaptırdığını gözden kaçıramayız. Çünkü aksi yöndeki gelenek çok güçlüdür ve sandığımızdan daha fazla etkisi vardır düşünüşümüz üzerinde.
Tomšič'in, Adam Smith ve Aristoteles’i birer karşı örnek olarak şerh edinip, politik tahayyülümüzü nasıl oluşturabileceğimize ilişkin oldukça kapsamlı ve özgün bir tartışma yürütüyor Keyfin Emeği’nde.
Zihnini zor sorularla ve titizlikle oluşturulmuş metinlerle meşgul etmeyi sevenler için iyi bir seçenek olduğunu düşünüyorum bu kitabın.
REGAİP MİNARECİ
Kairos
Jenny Erpenbeck
•
Can Yayınları’ndan çıkacak
Roman
Çevirdiğim bütün kitaplar evlatlarım gibidir, aralarında ayrım yapmaya gönlüm razı gelmez, ama konu Jenny Erpenbeck’in eserleri olunca itiraf edeyim yüreğim farklı çarpar.
Bu yıl Doğu Almanya kökenli Jenny Erpenbeck’in son romanı Kairos’u Can Yayınları için çevirdim. Yeni yılın ilk yarısında okurlarla buluşacak. Adının ülkemizde değişip değişmeyeceği hususunu yayıncımla henüz konuşmadık. Kitap, adını Yunan mitolojisinden, Fırsat Tanrısı Kairos’tan alıyor. Kairos’u kitaptan kısa bir alıntıyla açıklayayım:
Efsaneye göre Fırsat Tanrısı Kairos’un önde, alnının ortasında bir buklesi varmış, sadece orasından tutulup yakalanabilirmiş. Ne var ki bu Tanrı, kanatlı ayaklarının üzerinde süzülerek bir kez geçip gitti mi insanlara artık sadece kafasının dazlak tarafını gösterirmiş; çıplakmış kafası ve asla elle tutulamazmış.
Jenny Erpenbeck bu romanında 19 yaşındaki genç bir kızla 50’lerinde evli bir adamın imkânsız aşkları ile Doğu Almanya’nın çöküşünü özgün üslubuyla iç içe anlatıyor. Berlin Duvarı’nın 1989 yılında yıkılmasından üç yıl önce tanışan çiftin sancılı kopuşunu, ülkedeki baskı rejiminin halk protestolarıyla dağılmasını ve sonrasında ülkede yaşananları paralel, ustalıklı bir örgüyle okurlarına aktarıyor. Erpenbeck’in kitabın sonuna sakladığı ve burada elbette açıklamayacağım en büyük sürprizi, romanı bitirdikten sonra da uzun süre etkisinde kalmanıza, hikâyeden çıkamamanıza yol açıyor.
Alman basınında, “Doğu Almanya’nın çöküşü üzerine en gerçekçi ve en güzel roman” olarak tanımlanan eser, önemli otobiyografik öğeler içermesi bakımından da yayımlandığı ülkelerde kendinden çok bahsettirdi.
Almanya’nın önde gelen çağdaş yazarları arasında yerini çoktan almış olan 1967 doğumlu Jenny Erpenbeck, kırkın üzerinde edebiyat ödülüyle taçlandırılmış olağanüstü bir kalem.
Bir çevirmen olarak çeviri sürecinde çok büyük bir de şans elde ettim: Almanya Straelen’de bulunan Avrupa’nın en büyük çevirmenler evi Europäisches Übersetzer Kollegium, önemli kalemlerin önemli kitaplarının çeviri süreçlerinde yazarı ve çevirmenlerini bir atölye çalışmasında bir araya getirir. Geçtiğimiz yaz Kairos için de böyle bir atölye düzenlendi ve dünyanın dört bir köşesinden gelen yedi çevirmen olarak yazarla dört gün boyunca kitabı didik didik ettik. Dolayısıyla Kairos çevirmenlik serüvenimin en unutulmaz eserleri arasında daha şimdiden yerini aldı.
Jenny Erpenbeck’in iki yıl önce yine Can Yayınları’na çevirdiğim Bütün Günlerin Akşamı romanı kısa zamanda Türk okurunun beğenisini kazanmıştı ve geçenlerde 4. baskısı raflarda yerini aldı. Yazarın ülkemizde yayınlanan Gidiyor Gitti Gitmiş ve Gölün Sırrı romanları da Can Yayınları etiketini taşıyor.
SABRİ GÜRSES
Feminist Çeviri Paradigması
Göksenin Abdal
•
Çeviribilim Yayınları
Eleştiri, Kuram
Alla Gorbunova ile Andrey Astvatsaturov’un kitapları, Yuri Dombrovski ve Gleb Şulpyakov’dan sonra Türkçeye katmaktan mutlu olduğum kitaplar oldu bu yıl. Fakat Çeviribilim Yayınları’nda Nihal Yetkin Karakoç’un Çeviri ve Diplomasi adlı kitabının gözden geçirilmiş ikinci baskısını hazırlamaktan mutlu olduğumuzu da belirterek, asıl, yayınladığımız bir diğer kitaptan bahsedeyim. Göksenin Abdal’ın Feminist Çeviri Paradigması adlı kitabını yayınladık ve dünya literatüründe alanındaki ilk örnek olan bu çalışmaya katkıda bulunabilmiş olmaktan özel bir gurur duyuyorum. Göksenin Abdal bu kitabı önce bir tez çalışması olarak hazırlamıştı; çeşitli görüşmeler ve istatistik analizler yaparak Türkçede feminist dilin nasıl kurulduğunu, feminist yayıncılığın nasıl bir yoldan geçtiğini değerlendirmişti. Benim annem, edebiyatçı Fulya Gürses hem benim hayatımın ilk feministidir, hem de 80’lerde ilk girişimlerde yer almış, sosyalist feminizm anlayışını desteklemiş biridir. Kaktüs’ten Pazartesi’ye dek o yıllardaki bütün girişimleri onun sayesinde izleme şansım oldu, hatta kendimce feminist yetişmem, ilk romanım Boşvermişler’de cinsiyetsiz bir dil kurmaya çalışmam bu süreç sayesinde oldu. Sosyalist ya da seküler çizgiden uzaklaştıkları için annem Pazartesi ekibine katılmadı, farklı yollar aradı, örneğin Angela Davis’in Kadın, Irk, Sınıf kitabını Türkçeye kazandırdı (kitabı buldu, çevirtti, düzeltti, Sosyalist Yayınlar’da yayınladı). Feminist kütüphanemiz ve bu feminist tartışmalar benim de belli ölçüde bu süreçle kopmayacak bir bağ kurmamı sağladı. O yüzden, Göksenin Abdal’ın çeviride feminist bir dil oluşturulabilir mi konulu çalışmasını sevinçle karşıladım ve açıkçası kitabı yayına hazırlarken yeni birçok şey öğrendim. Göksenin yıllar önce, Çeviribilim dergisindeki yaratıcı çeviri çalışması çalışmalarımıza katılmıştı, o yüzden genç kuşak çeviribilimcilerden biri olarak feminist çeviribilim alanında da yeni bir söz söylemesi şaşırtıcı değil. Çalışmasında bu fikrin nasıl evrildiğini anlatıyor. Umarım kitap bu tip çeviri girişimlerine esin kaynağı olur. Basit bir “bilim adamı” sözünü “bilim insanı” diye düzeltmenin bile sert eril tepkilerle karşılandığı bir sosyal medyamız var. Kadın sorununun ne hal aldığıysa malum. Bu ortamda eril dilin çeviri edebiyat bir yana edebiyattan silinmesi bile zor bir girişim, ama umarım başaracağız.
SALİHA NİLÜFER
Un verdor Terrible (Arsız Yeşillik)
Benjamin Labatut
•
Can Yayınları'ndan çıkacak
Araştırma, Deneme
Bu yıl çevirdiğim kitapların hepsiyle yakın bir bağ kurdum, etkilerini uzun süre üzerimden atamadım. Fakat önümüzdeki aylarda yayımlanacak Benjamin Labatut’un Un verdor Terrible/Arsız Yeşillik kitabının yeri bende ayrı. Hem bir sonraki bölümleri merak ederek çok hızlı çevirdiğim hem de hiç bitmesin istediğim bir kitap oldu. Bilimsel çalışmaların, araştırmaların nicedir bağımsızlığını yitirdiğinden söz eden yazılara hepimiz az çok aşinayız. Labatut da bu konuyu hayli çarpıcı, özgün bir kurguyla işlemiş; yirminci yüzyılda çığır açan ünlü bilim insanlarının hayatlarını, üretimlerini, keşiflerini tarihsel koşullarıyla tahlil ederek yarı gerçek yarı kurmaca bir eser ortaya çıkarmış. Aslında metnin türünü sınıflandırmak kolay değil, yarı gerçek yarı kurmaca sanırım en kolaycı ve genel tanım olur.
Nazi lideri Göring’in intiharıyla başlayan ilk bölüm, yapay gübrenin tarımda kullanılmasına geçip sonra sizi bir anda Birinci Dünya Savaşı’nda kimyasal gaz saldırısına maruz kalan bir cepheye götürüyor; derken Van Gogh’un yıldızlı gecesindeki mavi rengin nasıl elde edildiğine bağlanıp, Rasputin’in yazgısından, bilgisayar biliminin mucidi Alan Turing’in hayatından kesitler sunuyor. İlk bölümde sürükleyici bir kurgunun içinde kimya alanında insanlığın kaderini değiştiren sayısız buluşun tarihsel ve maddi olarak nasıl bağlantılı olduklarını görmek zihninizde büyük soru işaretleri belirmesine neden oluyor. Yazarın gerek tarih gerek bilim metinlerinden epey okuma yaptığı, metnin kurgusu-matematiği üzerinde enine boyuna çalıştığı çok belli. Sorgulama yöntemi çok sağlam, soruları son derece güncel, bugüne dek duymadığım kadar keskin, korkutucu; toplum-bilim, doğa-insan ilişkisini ve ekolojik yıkım karşısındaki duruşumuzu defalarca sorguluyoruz okurken. Her bölümde bilim dünyasının ayrı bir çehresine tanık oluyoruz. Haber, Einstein, Schrödinger, Heisenberg, Schwarzchild gibi devler, soyut matematiğin dahilik ve delilik sınırlarında gezen büyük isimleri bu kitabın kahramanları; hemen hepsinin hayatı büyük savaşlar dönemlerine denk gelmiş. Bilimin bu denli karmaşık konularıyla ilgili okuru sıkmadan merak uyandırmak, örneğin görelilik, tekillik vb bilim tarihinde çığır açan, tam anlamıyla vakıf olamadığımız keşifleri kurmacanın içine ustaca yedirip anlaşılır kılmak, tek bir satırı sırıtmayan bir akıcılık sağlamak, bir yandan tarihsel koşulları kurmak bence cidden ustalık işi.
Kitabı bitirdiğinizde ne okudum diye soruyorsunuz, bir bilim ya da bilim tarihi metni değildi ama öyle çok şey öğrendim ki… Öte yandan bilim insanlarının hayatlarını kurmacayla işleyen atmosferin tamamı en az klasik bir romandaki kadar canlı sahnelerle aklımda kaldı. Kitabın alışıldık biçimde bir önerme içermemesi, onun yerine önümüze bir dolu soru işareti koyması, tartışmaya açık davet sunması yine en güzel tarafı. Un verdor Terrible 2021’de Booker Prize’da kısa listeye kalmıştı. Kitabın çevirisini üstlendiğim ve ayrıca yine editör çevirmen arkadaşım Emrah İmre’yle çalışabildiğim için çok mutluyum.
SALİHA YENİYOL
Das geheime Netzwerk der Natur
(Doğanın Gizli Ağı)
Peter Wohleben
•
Kolektif Kitap'tan çıkacak
Ekoloji, Doğa
Peter Wohleben’in Das geheime Netzwerk der Natur (Doğanın Gizli Ağı) adlı kitabını okumaya başladığımda yeni bir dünyaya açıldığımı hissedip heyecanlanmıştım. Onun eserini çevirmeye başladığımda ise bu dünyayı her iki dilde de yeterince tanımadığımı gördüm ve büyük bir merakla okuduğumu anlamaya, anlatmak için çevirmeye koyuldum. Göçmen bir ailenin çocuğu olarak köyüm hiç olmadı. Bir apartman dairesinde doğup büyüdüm. İleriki yaşlarımda seçtiğim bir köyü yurdum kıldım. O gün bugündür doğaya daha yakın olduğumu düşünürdüm ki bu kitapla birlikte henüz yolun başında olduğumu gördüm. İlk sorum doğa nedir oldu örneğin? Doğa, düşünü kurduğumuz el değmemiş topraklar, akarsular, daha önce hiç görmediğimiz hayvanlar mıydı? Yoksa hemen ayağımızın dibindeki karınca, balkonumuza konan güvercin miydi? Ve bir güvercinle bir karıncayı, dahası insanı, onları bir arada tutan şey neydi? Biz doğanın kendisi değil miydik? İklim krizinin iyiden iyiye hissedilir olduğu şu günlerde çeşitliliği ve bilinmezliği içinde o karmaşık örgüye daha yakından bakmak gerekmez mi? Anlamaya çalışmak ve yaşantılarımızı ona kulak vererek biçimlemek. İklim kriziyle mücadelede daha etkin adımlar atılmasını talep eden ve seslerini sivil itaatsizlik eylemleriyle duyurmaya çalışan iklim aktivistlerinin ötekileştirilmeye çalışıldığı, gözaltına alındığı bir ülkeden, Wohleben’in ülkesinden yazıyorum şu an bu satırları. 2045 yılına kadar karbon nötr sözü veren ama bu uğurda alınacak önlemlerden kaçınan politikacıların ülkesinden.
Ve aklıma Edip Cansever’in şiir hakkında söyledikleri geliyor birden. “Şiir yapılır diyorum sadece. Yazılan şeyse yazıdır. Duymak, dokunmak, koklamak bir de görmekle varılır şiire.” Huzursuzluğun, geleceğe dair kaygıların bizi acze düşürmesinin önüne geçmek için doğayı şiir gibi düşünüyorum, ancak küçük bir farkla: Doğayı inşa etmek için değil, mümkün mertebe ona dahil olmak için. Ve sizleri doğayı okumaya davet ediyorum.
SAMİ TÜRK
Uyurgezerler Üçlemesi
Hermann Broch
•
Ketebe Yayınları
Roman
Bu yıl çevirdiğim bir üçleme var, modern edebiyatın köşetaşlarından, adı Uyurgezerler. Avusturyalı yazar Hermann Broch’un, çağın en büyük sorunu olarak iliklerine kadar hissettiğini duyumsattığı modernizm çatlağıyla ilgili üçlemenin her bir cildi modernizmin gerek sosyolojik gerek siyasi düzlemdeki farklı safhalarına kendi içinde müstakil başlayıp sonrasında bütünleştirdiği bir anlatı izleği üzerinden değiniyor.
Modern yaşamın büyük savaşla yaşadığı kırılma, ilk ciltte bir asker olan Pasenow karakteriyle, Wilhelm Almanya’sında bir geçmiş özlemi halinde vücut buluyor. Sonraki cilt, eski ile yeni arasında ve değerlerin yitişiyle savrukluğa sürüklenen ortalama vatandaşın timsali Esch’le ifadesine kavuşuyor. Üçlemenin son halkasının başkişisi ise Huguenau. Bu karakter, önceki iki kitabı birbirine kavuşturup bütünleştiren unsur. Çağın ortalamasının en temsilİ yansıması diye görülebilecek bu adam, daha geleneksel bir anlatış niteliğine sahip önceki ciltlerin aksine, birer felsefi deneme denebilecek, okurun karşısına tekrar tekrar çıkan değerlerin çözülüşü bölümleriyle olsun, anlatıcının değiştiği ilave hikâye izlekleriyle olsun, kesintiye uğratılan bütünün aktardığı, değerlerin yitimini kişileştiriyor.
İşte bu bakımlardan günümüz yaşamına da güçlü bir ışık tutabileceği beklentisine sahibim. Gerek bu beklenti gerek bu denli önemsenmiş bir eserin, yayımlanışı üstünden neredeyse bir asırlık vakit geçmişken Türkçe yayın camiasına ulaşamamış olması, onu benim gözümde seçkin bir yere koyuyor. Şimdiye dek çevrilmemiş oluşunun belli başlı sebepleri elbette var. Benzer özellikli çağdaşı yapıtlara bakıldığında durum biraz daha açıklık kazanıyor. Bir yanda Proust’un, öte yanda Joyce’un şaheseri dururken, üstüne Almanca yazılmış olmakla Thomas Mann’ın Büyülüdağ’ı da Broch’un üçlemesine gölge düşürmüştür, sanıyorum. Gene de tüm bunlar eserin başlıca Avrupa dillerine çok yakın bir zamanda çevrilmesinin önüne geçmemiş.
Ketebe Yayınları’nın özenli kapak ve kutu tasarımıyla geçtiğimiz Nisan üçü birden piyasaya çıkan Broch’un bu başyapıtı hem benim mesleki çevirmenliğim hem Türkçe neşriyat açısından kaydadeğer bir yer işgal etmektedir.
SANEM SİRER
Dul Bayan Basquiat
Jennifer Clement
Çev. Avi Pardo
•
Siren Yayınları
Roman
Bu yıl yayıma hazırladığımız metinler arasında beni en çok heyecanlandıran, Jennifer Clement’in yazdığı, Avi Pardo’nun Türkçeleştirdiği, Müge Çavdar’ın editörlüğünde yayımladığımız Dul Bayan Basquiat oldu. Jennifer Clement Türkçede daha önce Melisa Kesmez çevirisiyle yayımlanmış Kadınlar Ormanı adlı romanıyla biliniyor; Dul Bayan Basquiat ise bu romandan oldukça farklı, adını andığı Basquiat’nın resimlerinde var olan duruşu yansıtan sıradışı bir anı kitabı; Avi Pardo’nun önerisiyle okuduğum ve hayran kaldığım bu metin, benim de Clement ile tanışmamı sağladı. Özenle derlediğimiz bir listemiz var, her ne kadar o listeden tek bir kitabı seçmek kolay olmasa da, bu kitabın yeri, gerek Basquiat’nın tablolarından aşina olduğumuz duyguları metne yansıtan yenilikçi üslubu gerekse parçalı anlatıyı kullanmadaki başarısı dolayısıyla benim için ayrı.
Dul Bayan Basquiat, 28 yaşında ölen ressam Jean Michel Basquiat’nın hayatını değil de zaman içinde bir noktayı, seksenlerin New York sanat ortamını merkeze alıyor ve ressamın sanatını, sanat ortamına girişini anlatıyor. Anlatıyı Basquiat ve onun “dehasına” dayandırmaktansa kız arkadaşı Suzanne Mallouk’a odaklayan Clement, böylelikle sanatçıların, özellikle erkek sanatçıların yaşam öykülerinde alışılagelmiş kalıpları kırarak Basquiat’nın şahsını periferiye yerleştiriyor, Mallouk’u esas kahraman olarak konumlandırıyor. Özetle, Basquiat’yı merkeze oturtmayan bir Basquiat anlatısı bu ve bu niteliği, metni farklı kılıyor. Bugünün dünyasında, Black Lives Matter hareketinin ışığında dönüp de yakın geçmişe, Basquiat’nın sanat dünyasına girişine, Michael Stewart’ın öldürülmesine, sokak sanatının kurumsallaşmış ırkçılık ve ayrımcılığa sırtını dayayan dünyaya meydan okuyuşuna bakmak ayrıca cezbedici ve Clement’in buna imkân tanıması, okura sanatçının yaşamını ve o dönemin siyasi atmosferini bugünle bağdaştırma zemini hazırlaması oldukça etkileyici... Kitabı yayına hazırlarken, okurun bahsi geçen resimleri bulabilmesini kolaylaştırmak amacıyla eserleri dipnotlarda orijinal adlarıyla listeledik; kanımca bu da, bu küçük kitabı zenginleştiren, okuma tecrübesini derinleştiren bir etmen.
Dul Bayan Basquiat, bu yıl yayımladığımız kitaplar arasında beni en çok heyecanlandıran metindi, umarım okuru da bu heyecana ortak olur.
SEÇKİN ERDİ
Çıngıraklı Tatar – Bütün Sayılar
Teodor Kasap
Hazırlayan: Seval Şahin, Alp Eren Topal, Stefo Benlisoy
•
istos yayın
Araştırma, Arşiv
2022, kurucularından olduğum istos yayın'ın tabiri caizse geri dönüş yılı olduğu için çalışmalarım da istos listesine odaklandı ve elbette beni bu sene en etkileyen, en mutlu eden kitap da oradan yayımlandı. 19. yüzyıl Osmanlı entelektüelleri arasında müstesna bir yeri olan, Türkiye'deki mizah dergisi geleneğinin öncüsü Teodor Kasap'ın Çıngıraklı Tatar'ından söz ediyorum. Edebiyat ders kitaplarından başlayarak "İlk Türkçe mizah dergisi Diyojen" kalıbından ibaret olarak adını bildiğimiz, ama ne yazık ki uzmanlar dışında okuma imkânına erişemediğimiz Teodor Kasap'ın –kapatılmalarından dolayı– birbiri ardına çıkardığı dergiler/gazetelerden birinin aslında çağdaş okurla ilk kez buluşması bu çalışma.
1873 senesi baharında 29 sayı olarak yayımlanan Çıngıraklı Tatar'ın bütün sayılarını içeren, orijinal tasarımına sadık kalınan ve notlarla zenginleştirilen bu edisyon bir yandan dönemin kamusal tartışmalarından gazetecilerin aldıkları pozisyonlara, matbuat kanunundan belediye hakkındaki şikâyetlere, sokak dedikodularından kadın ve erkeklerin giyim kuşamına, uluslararası gelişmelerden asrileşen yaşama dair onlarca ayrıntıyı tasvir eden bir resim sunarken, diğer yandan da iflah olmaz bir polemikçi, bir hiciv ustası olan Teodor Kasap'ın mizahi ve siyasi dili ve üslubuyla okuru tanıştırıyor. Gazetecilerin muhtelif devletlerin nişanlarıyla ödüllendirilmelerine atıfta bulunup "Ben de çıngırak taktım" diyerek çıngıraklı bir muhalif "soytarı" kimliğini, atlı posta manasına gelen tatar'la da halkın sesini, mektuplarını yayımlayan bir mecra vazifesini üstlenen Kasap, halk dilinde söyleyen ve eleştiriden çekinmeyen mizahçılığı/gazeteciliğiyle, 150 yıl sonra bile güncel, berrak, tebessüm ettirici ve umut verici.
SEDAT DEMİR
Dublinesk serisi
Othello Yayınları
Uzun yıllardır kitap hazırlıyorum ve herhangi bir kitabın diğeriyle keyfinin bir olmadığını öncelikle söylemeliyim. Hepsi farklı bir serüven. Ancak son iki yıldır farklı bir ayrıcalık yaşıyorum, Othello’nun Dublinesk serisiyle. İsmini dilediğim gibi değerlendirdiğim bir seri bu. Daha çok entelektüel dünya ve kültür çevresini içeren, soruşturan, yeniden kurgulayan Villa-Matas’ın romanıyla aynı ismi taşıyan bu seride farklı dillerden, çeşitli coğrafyalardan kurmacalar var. Kısaca romandan bahsedecek olursam, istediği metinleri ya da yeni biçim arayışında olan ilk romanları basıp zor koşulları bir bakıma kendisi oluşturan bir yayıncının hikâyesi anlatılıyor. Ardından zor koşullar nedeniyle yayınevini devredip bir iki kalem tutan arkadaşıyla Joyce’un günü olan Bloomsday kutlamaları için Dublin’e gitmek için hazırlıkları başlatıyor. Romanın karakteriyle aynı yazarların metinlerinin çevrilip basılmasını sağladığım, hep Bloomsday’i kaçıran bir editör olduğum için doğrudan bu kitapla özdeşim kurarak serinin adını belirledim.
Dublinesk’te herhangi bir şekilde okuyucusundan daha çok okurunu bekleyen kitaplar var. Dikkatli ve örnek okurunu. Tamamı böyle. Bu yüzden belirli bir tanesini söyleyemiyorum. Tamamını ticari unsurları önemsemeden dahil ettim listeye. Bu umursamazlığın yanında beni heyecanlandıran başka bir unsur da kurmacaların yazarlarını kendileriyle yüz yüze tanışmadan önce de adlarını duymuştum ama kendileriyle oturup konuşma fırsatı da yakalayınca böyle bir serinin olmasını istedim. Ve Dokuz Kere Şaşkınlık’ın yazarı Alberto Ruy-Sanchez ile Guadalajara’da kahve içme imkânı, yine aynı yerde Gökyüzünün Derisi’nin yazarı Elena Poniotowska’nın efsanesiyle sürekli karşılaştıktan sonra editörüyle konuşma fırsatı, Lee Ki-Ho ile Seoul’da konuşma fırsatı ya da Coney Island Baby’nin yazarı Billy O’Callaghan ile bir etkinlikte yönlendiricisi olma keyfini yakalamış olmak ve ondan sonra karar vermek nedense benim ayrıca heyecanımı, sevincimi artırdı. 2021’in ortasından bugüne kadar 9 kitap çıktı Dublinesk’ten, hikâye devam ediyor ve sizinle konuşurken Arjantin edebiyatından tamamlanmış bir metin düştü mail kutusuna. Ya da on yıldır çalışmalarına beni boğmuş Walter Benjamin’i Selected Workings’ini yeniden yeniden düşünürken aynı konuda, benimle aynı biçimde hareket eden Masalcı’nın çevirmeniyle karşılaşmak benim için bir şanstı. Elbette, Heinrich Mann ile çeşitli nedenlerle tanışmam mümkün olmadı ama Profesör Unrat daima karşıma çıkan bir karakterdi. Adam Bodor’u ve Patrick McGrath da uzun yıllardır kitaplığımda olan yazarlar. Ne yazık ki tek kitap söyleyemiyorum, ya da sanırım Dublinesk’i tek bir kitap gibi zihnimde ve kitaplığımda taşıyorum. Bu bana heyecan veriyor ve hikâye devam ediyor.
SERAP GÜLERÇİN KARLUK
Sevmek Dedikleri
Margit Schreiner
•
Yapı Kredi Yayınları
Anlatı
Bu yıl yayıma hazırladığımız Margit Schreiner'in Sevmek Dedikleri adlı kitabı beni çok etkileyen ve severek çevirdiğim bir metin oldu.
Sevmek Dedikleri anne-kız ilişkisi, doğum ve ölüm, sevgi ve aşk üstüne yazılmış, sade dili, dolaysız anlatımı ve ironik yaklaşımıyla güçlü bir anlatı. Yazarın kimi zaman sert ve eleştirel bir dille aile ilişkilerini sorguladığı kitap birbiriyle bağlantılı üç bölümden oluşuyor.
"Ölüm" başlıklı ilk bölümde savaş yıllarını yaşamış, sevme becerisinden yoksun anneyle olan sorunlu ilişki anlatılıyor. Bu ilişki annenin hastalık sürecinde bakıma muhtaç hale gelmesiyle zamanla bir uzlaşıya dönüşür. Anlatıcı, yaşadığı uzak şehirden bastırılmış kızgınlığı ve suçluluk duyguları eşliğinde sık sık annesini ziyarete gider, onu bir bakımevine yerleştirmek için gerekli düzenlemeleri yapar. Anlatıcının suçlamalarla dolu anlatımı, annenin ağırlaşan hastalığı ve bakımevine yerleşmesiyle giderek daha merhametli ve dokunaklı, hüzünlü bir hal alır, annesi için yeni ve eksiksiz bir başlangıç sağlamaya yönelik çabanın anlatımına dönüşür. Çünkü artık anne hastadır, bakıma muhtaçtır ve yardım tekliflerine karşı koymaz, koyamaz.
Anlatıcı, ilk sevginin anne çocuk sevgisi olduğunu, partnerlerle olan ilişkilerin de buna göre şekillendiğini anlatır. İkinci bölümde hayali bir sevgiliyle sevmeye dair kendi tasarısını oluşturur ve annesinin ölümünden sonra yerleştiği İtalya‘da kızıyla gittiği düğünü her anlamda yabancı bir gözle ve ironik bir dille anlatır.
"Ve Bir Doğum" adlı üçüncü bölümde ise oldukça sancılı ve zorlu geçen kızının doğumunu detaylı bir şekilde aktarır. “Baştan aşağı yenilenme” olarak nitelendirdiği doğumla, tersten sıraladığı yaşam ve ölüm döngüsü tamamlanır. Artık anne olan odur.
Margit Schreiner bu kitaptaki anlatılarıyla kadının yaşamındaki önemli evreleri çok net bir biçimde betimliyor. Yazar aynı zamanda ev kadınlığı ve annelik rolünü neredeyse hiç direnç göstermeden kabullenen bir neslin kadın portresini de çiziyor.
SERVET UGAN
Principe Sécurité
(Güvenlik İlkesi)
Frederic Gros
•
Kolektif Kitap'tan çıkacak
Felsefe
Frederic Gros’nun Principe Sécurité (Güvenlik İlkesi) adlı kitabı üzerinde çalışırken büyük keyif aldım. Kitap güvenlik kavramını antik dönemden günümüze kadar, zaman içinde uğradığı anlam kaymalarıyla birlikte inceliyor. Antik dönemde, herhangi bir tehlikeyle karşı karşıyayken bile sahip olunan iç huzuru tarif eden “güvenlik” kavramı, günümüzde dış tehditlerin yokluğu anlamına gelmektedir. Bireysel çaba, irade, disiplin ve alıştırmalar sayesinde erişilen antik güvenlik kavramı anlam kaymasına uğrayarak, güvenlik güçlerinin dış tehditleri engellemesi olarak tarif edilmeye başlanmıştır. Kitap, belki her zaman önemli olan ama güvenlik kavramının olağanüstü genişlemesiyle birlikte (enerji güvenliği, gıda güvenliği, tedarik zincirlerinin güvenliği, internet güvenliği...) günümüzde daha yakıcı olarak hissedilen güvenlik/özgürlük ikilemi üzerinde düşünmemize yardımcı oluyor. Gündelik yaşantımızın her alanında varlığını hissettiren güvenlik kaygısı yüzünden özgürlüklerimizden kolayca fedakârlık yapabileceğimize dikkat çekiyor. Ki bu nokta modern insanın evrensel anlamda en büyük açmazını da göstermektedir. Güvenlik adına hangi özgürlüklerimizden vazgeçeceğiz ya da bu alanı hangi kurumların doldurmasına izin vereceğiz?
Kitap güvenlik arayışının ortaçağ boyunca ne gibi siyasi ve dini akımlara yol açtığını ve bunların etkilerinin günümüze kadar nasıl ulaştığını anlatırken özellikle “binyılcılık” inancının ilham verdiği oluşumları inceliyor. Bu açıdan o dönemin Avrupa’sının inanç dünyasına dair söylediklerinin önemli olduğunu düşünüyorum.
Kitap boyunca kavramın siyasi iktidarlar, özellikle de totaliter rejimler tarafından nasıl kullanıldığı, birçok uygulamaya nasıl meşruiyet kazandırdığını inceliyor Gros. Uluslararası ilişkilerde de en temel meşruiyet kaynağı olduğunu gösteriyor. Bu açıdan yazarın aktardığı şu anekdot ilginç: Kuzey Amerika Enstitüsünün Sovyet yöneticisi Gueorgui Arbatov 1987 yılında muhataplarına, “Şimdi size en ölümcül darbeyi vuracağız, sizi düşmansız bırakacağız” der.
Yazarın “sözleşme filozofları” diye adlandırdığı Hobbes, Locke, Rousseau gibi düşünürlerin sorumlu özgür bireylerinden, ilgi ve şefkat bekleyen çocuklara dönüşme sürecimizin anlatıldığı bu kitap, özellikle geçmişten bugünümüze ışık tutmakta. Iskalanmaması dileğiyle…
SEVİM ERDOĞAN
Kuşaklar Arası: Hayat, Siyaset ve Türkiye’nin Halleri Üzerine Bir Sohbet
Atahan Ünal & Altan Öymen Söyleşisi
•
Doğan Kitap
Siyaset, Söyleşi
Ben uzun süredir serbest editörlük yapıyorum. Bu sene pek çok yayınevi ve yazarla çalıştım. Ama açık ara en keyif aldığım iş, Doğan Kitap’tan çıkan Kuşaklar Arası kitabı oldu. Bu, yirmili yaşlarındaki siyaset bilimi öğrencisi ve çiçeği burnunda bir gazeteci olan Atahan Ünal’ın 90 yaşındaki duayen gazeteci ve politika dünyasının en zarif isimlerinden Altan Öymen’le yaptığı söyleşi kitabıydı. Biraz uzun soluklu bir çalışmaydı; söyleşi kısmı pandemi döneminde tamamlandı, yayına hazırlık aşaması da yaklaşık 10 ay sürdü.
Unuttuğumuz Türkiye tarihini, anılarda kalmış gündelik hayatı, eskinin değerlerini hatırlatan, sahip olduklarımızın farkına varmamızı sağlayan bir çalışma oldu benim için. Bunda hiç kuşkusuz ki geçmişe sıkışıp kalmayan, onu bir sürekliliğe dönüştürüp geleceğe taşıyan, birikimini gençlerle paylaşmakta bonkör davranan Altan Öymen’in bilgelik olarak tanımlayacağım duruşunun katkısı büyük.
Hem Altan Öymen gibi bir isimle Türkiye politika ve basın dünyasına geçmişten bugüne bir yolculuk yapmak, hem de Türkiye’nin sorunlarını masaya yatırıp çıkış yolları üzerinde konuşmak oldukça keyifliydi. Yirmili yaşlarındaki Z kuşağından bir genç ile 90 yaşındaki bir gazeteci-politikacının anlaşabileceğini görmek ayrıca güzeldi. Gördüm ki ne gençler o kadar vurdumduymaz, ülke sorunlarına duyarsız, ne de daha eski kuşaklar gençlere karşı anlayışsız.
Altan Öymen’e 90. yaşında bir kitap armağan eden ekibin içinde olmanın mutluluğu da bu çalışmayı benim için daha anlamlı hale getirdi.
Son olarak, bu kitabı benim için özel kılan nedenlerden biri de umutsuz olmaması. Türkiye her daim sorunlarla boğuşmuş, hiçbir zaman güllük gülistanlık olmamış bir ülke. Bu sorunların yakın tanığı Altan Öymen’in pozitif tavrı da umut aşılıyor.
Bu kitabı özellikle gençlerin okumasını çok isterim. Gençlerin neden politikada daha çok yer alması ve söz sahibi olması gerektiği konusunda da ufuk açıcı olacağını düşünüyorum.
SEZA ÖZDEMİR
Alttakiler: Bilim Kadınları Nasıl Yanlış Anladı?
Angela Saini
•
Minotor Yayınları (İthaki Yayınları)
Bilim, Tarih, Toplumsal Cinsiyet
Pandeminin başından bu yana bilim insanlarının biyoloji, psikoloji, genetik ve genel olarak sağlık alanında ne dediklerine çokça kulak kabartan biri olarak tam da bu dönemde Türkçeye çevirisini üstlendiğim bir kitap beni çok düşündürdü. Angela Saini’nin Minotor Kitap tarafından Kasım 2022’de yayımlanan kitabı Alttakiler: Bilim Kadınları Nasıl Yanlış Anladı? kitabı sayesinde kadınların erkeklerle tam eşitliği konusunda bilim cephesinde neler tartışıldığını, sorgulandığını, nasıl araştırmalar yapıldığını görmek beni kimi zaman hayrete düşürdü.
Kitabın yazarı Angela Saini toplumsal cinsiyet, ırk ve erk kavramlarının bilim alanına yansımaları üzerine çalışmalarıyla tanınan ödüllü bir bilim gazetecisi. Aynı zamanda mühendislik ve bilim alanında eğitim almış biri. Dolayısıyla biyoloji, psikoloji, sinirbilim ve antropoloji alanlarındaki on yıllara uzanan literatüre hayli hâkim bir yazar. Bilimsel araştırmaların kadının bedeni, beyni, kimliği ve insanın evrim sürecindeki rolüne dair onlarca araştırmayı tarayıp bu araştırmaların sahibi bilim insanlarıyla ve elbette onları eleştiren karşıt görüşteki bilim insanlarıyla çapraz röportajlar gerçekleştirerek hazırlamış bu kitabı. Bu kapsamlı emeğin sonuçlarını okurken (ve çevirmeye çalışırken) kadınların kimliği, yaratıcılığı, üretkenliği ve evrim tarihindeki yeriyle ilgili birçok şey öğrendim. Ama en çok, kadınların kim olduğu ve toplumdaki yerine dair gerici bakış açılarının hâlâ bu kadar etkin olabilmesinde bazı bilimsel araştırmaların büyük payının olduğunu görmek şaşırttı. Örneğin kitap, birçok bilim haberinde sıkça adı geçen “empati kuran beyin ve sistemleştiren beyin” gibi bugün birçok eleştiri alan teori ve araştırmaların aslında beyin hakkında biz sıradan insanları nasıl yanlış bilgilendirdiğini, dahası kadın ve erkeğin eşitliği konusunda soru işaretleri yaratmaya hizmet ettiğini gösteriyor. Yine kadınların hayatta kalmak konusunda erkeklerden daha dayanıklı oldukları günümüzde artık kabul edilmişken dönüp evrim sürecinde kadının gelişimini ve katkısını onlarca yıl yok saymış bilim insanlarının savlarını ve bu kapsamdaki güncel eleştirilere verdikleri yanıtları okumak da bir hayli ilginçti.
Alttakiler, bir kadının ömrünün doğumdan başlayıp cinselliğe, anne olmaya, hatta menopoz evresi ve yaşlılığa kadar geçen her aşamada nasıl bir kapasiteye sahip olduğunu tek tek ele alan ve son derece önemli sorular soran bir kitap. Bedeni, beyni, enerjisi, dayanıklılığı, işbirlikçi yaklaşımına rağmen eril tahakkümün baskısı altında bugüne kadar yanlış çizilegelmiş “kadın portresini” yeniden kaleme alan bir çalışma. Bu anlamda tüm okurlara, bilhassa da toplumsal cinsiyet tartışmalarına, kadın-erkek eşitliğine ve bilimsel araştırmaların nasıl yürütüldüğüne meraklı okurlara öneririm.
ŞİİRSEL TAŞ
Saklı Dünya
Merlin Sheldrake
•
Domingo Yayınları
Bilim
Mantarlar âlemine dair ortalama bilgimiz genellikle gündelik hayatla sınırlı ve bir ucu çoğunlukla mutfak kültürüne diğer ucuysa dermatolojik sorunlara uzanır. Aslında bu iki uç arasındaki tuhaf uzaklık bile mantarlar âleminin enginliği konusunda fikir verir. Mikolog Merlin Sheldrake hayatını mantarları araştırmaya adamış bir biliminsanı ve bu adanmışlıkla edindiği bütün tecrübesini ve bilgi birikimini bu canlı grubunun farklı veçhelerini kapsamlı biçimde ele aldığı Saklı Dünya adlı kitabında anlatıyor.
Trüf mantarlarından mayalara, enfekte ettikleri böceklerin zihinsel kontrol mekanizmasını ele geçiren zombi mantarlardan “ruhsal dünyayı görünür hale getiren” psikedelik mantarlara, likenlerin simbiyotik yaşamından orman çapında ağı oluşturan mikorizal bağlantılara uzanan geniş çaplı bir anlatı bu. Sheldrake bir yandan bir biliminsanının titizliği ve nesnelliğiyle mikoloji alanında yapılmış çalışmalardan damıtılmış bilgiyi aktarırken, bir yandan da bizzat yaşadığı deneyimleri ilk ağızdan anlatıyor. Kâh trüf mantarlarının kimyasal cazibesini yakından hissedebilmek için bir köpeğin peşine takılıyor kâh mantarlarla ilgili bazı sorularının yanıtını bulabilmek için yine mantarlar tarafından üretilen LSD’nin kullanıldığı bir klinik araştırmaya bu kez araştırmacı değil de denek olarak katılıyor.
İnsanötesi iletişim âlemini anlamak, tekille çoğulun bir aradalığının simgesi olan bu özel canlı grubunun gizemlerini çözmek, mantarların yaşamını gerçek anlamda kavrayabilmek için insanmerkezli bakış açısından sıyrılıp mantarmerkezli bir bakış açısı geliştirebilmek… Bunların hepsi hem biliminsanı hem de yaşamın sırları karşısında heyecan ve merak duyan bir fani olarak Sheldrake’in kurcaladığı konular. Ayrıca uzman olmadıkları halde alana büyük katkı sağlayan amatörlerin çabalarına ve radikal mikoloji hareketine değinen yazar yurttaş biliminsanlığının ne denli önemli olduğunun da altını çiziyor.
Yazar mantarların çeşitli biyolojik özelliklerini, insan yaşamına nüfuz ettiği noktalarda daha da detaylandırarak anlatıyor. Mantarların kirlenmiş ekosistemlerin eski haline getirilmesinde (mikoremediasyon) kullanımı, miselyumdan ekolojik ambalaj ve yapı malzemelerinin üretilmesi, mantar özütlerinin arılardaki viral enfeksiyonlara karşı kullanılması ya da daha spekülatif bir alan olmakla beraber ağ tabanlı bir organizma olan mantar miselyumunun bilgi işleme alanında ya da çevresel sensör olarak kullanılması gibi.
Sheldrake Saklı Dünya’yı okurlara bir kitap olarak sunmakla kalmamış. Basılı kitabın bir nüshasını bir besiyeri ortamı olarak kullanıp, toprağa tohum ekermişçesine sayfalarına Pleurotus miselyumu serpmiş. Ve kitabın sonsözünde yazdığı gibi “Miselyum sözcükleri ve sayfaları yiye yiye kapak içine ulaşıp kapaklardan istiridye mantarları fışkırdığında” onları yemiş! Burada belki de iki farklı okumadan söz etmek mümkün: Biri Saklı Dünya’yı bir kitap olarak okumak. Diğeriyse hayvanlar âleminden bir insanın, mantarlar âleminden öğrendiklerini türdeşlerine aktarabilmek için, bitkiler âleminden elde edilmiş bir malzeme kullanılarak basılmış bir kitabın sayfalarında yetiştirdiği mantarı kendi bedeniyle bütünleştirme eylemini, yeryüzündeki yaşamın döngüselliğini ve iç içe geçmişliğini vurgulayan bir manifesto olarak okumak.
SÜLEYMAN DOĞRU
Kayıp Zamanın Peşinde
Marcel Proust
•
Koridor Yayınları’ndan çıkacak
Roman
2022 Çevirmenlik yaşantımın en verimli yıllarından biri oldu, çünkü aynı yıl içinde Mario Vargas Llosa (Katedral’de Sohbet), Julio Cortázar (Manuel’in Kitabı) ve Jorge Luis Borges’ten (Yedi Gece) birer çevirim yayımlandı ki böyle bir tesadüf her zaman denk gelmez; bu büyük ustaların yanı sıra Ekvatorlu yazar Natalia García Freire’nin ilk romanını da (Ölü Derimiz) Türk okuruyla buluşturma mutluluğunu yaşadım. Bu yılı benim için önemli yapan bir diğer olaysa, belki de çevirmenlik kariyerimin en önemli projelerinden birine başlamam ve ölümünün yüzüncü yılı olan 2022’nin Marcel Proust Yılı ilan edilmesinin de motivasyonuyla onun dev eserinin çevirisine soyunmam oldu; 2022 yılının önemli kısmını 7 ciltlik bu şaheserin ilk cildinin çevirisiyle geçirdim. Şu an yayıma hazırlanan bu birinci cildin 2022’ye yetişmesi biraz zor görünüyor ama 2022 yılı benim için her zaman À la Recherche du temps perdu (benim çevirdiğim haliyle Kayıp Zamanın Peşinde) macerasına atılma yılım olacak. Macera dememin sebebi birçok çevirmenin büyük bir hevesle başlayıp sonunu getirememesi; bir, iki cilt çevirip bırakıyorlar. Sonunu getireceğim konusunda benim hiç şüphem yok. Daha önce okuduğumda onun ne kadar büyük bir eser olduğunu elbette ki fark etmiş olsam da, çeviriye soyunup iğneyle kuyu kazmaya başlayınca kesin bir şekilde kanaat getirdim ki Fransızca dilinde –belki bütün dillerde– bugüne kadar Kayıp Zamanın Peşinde kadar büyük bir roman yazılmamıştır. Mario Vargas Llosa, bir öykünün iyiliğinin anlatım biçimine bağlı olduğunu düşünür: İyi anlatılmış kötü bir hikâye iyi bir hikâyedir, kötü anlatılmış iyi bir hikâye kötü bir hikâyedir, der. Bu kuralı doğru kabul edecek olursak Marcel Proust Kayıp Zamanın Peşinde’de arka planında Fransız toplumundaki burjuvazi-aristokrasi çatışması gibi oldukça spesifik ve yerel denebilecek bir konudan, bir dil ve anlatım ustalığıyla, Dünya Edebiyatının en büyük başyapıtlarından birini çıkarmıştır. 2022 yılının önemli bir kısmı benim için Marcel Proust’a saygı ve hayranlık duymakla geçti. Şu anda hemen ikinci cilde başladım ve anlaşılan 2023 de –muhtemelen 2024 ve 2025 de– benim için Marcel Proust yılı olmayı sürdürecek. Ülkemizde birkaç farklı çevirisi bulunan bu başyapıta kendimce yeni bir yorum kattığımı düşünüyorum, ama en büyük hakem tabii ki okur olacak.
TALHA DERECİ
Din ve Felsefe
Robin George Collingwood
Çev. Fulya Kılınçarslan
•
Akademim Yayınları
Felsefe
2022'yi geride bırakırken bende iz bırakan en kayda değer kitap, Collingwood'un Akademim Yayınları etiketiyle yayımlanan Din ve Felsefe kitabıdır. Türkiye'de her iki kavramın da içi bu denli boşaltılmış haldeyken Collingwood'un kolları sıvayıp, bu konu üzerine konuşacaksak işin yöntemi ve biçimi bu şekilde olmalı minvalinden inşa ettiği duruş beni oldukça etkiledi ve olası eylem ve hamlelerime belli belirsiz bir yön çizdi. Onun henüz yirmi yedisinde yazdığı ilk kitap olması, benim de aradan geçen onlarca yıl sonra onun hissiyatına bürünerek Türkçedeki editörlüğünü yapmam, daha nicelerini deneyimleyeceğimiz bir yol arkadaşlığının başlangıç adımlarını göstermesi açısından da oldukça hoş.
Collingwood bu kitabıyla din kavramına, yaygın olarak ele alındığı biçimiyle bir dogma olarak değil, felsefi bir problemin eleştirel bir çözümü olarak yaklaşmıştır. Yöntem ise açıkça diyalektiktir. O, bir yandan dini, bilimsel analize elverişsiz kılan nitelikleri ortaya koyarken, diğer yandan bunu, felsefe ile en sıkı yakınlığı bizzat dinin kurduğunu ileri sürerek gerçekleştirir. Din ve felsefeyi, deneysel psikolojinin müdahalelerinden korumayı deneyen Collingwood psikoloji ve felsefenin karşılıklı bağımlılığını sürdürmeye de çalışmıştır. Tartışmalar onda kişisel bir tona bürünmez, belirli düşünürlerce temsil edilme hallerinden çok düşünme biçimlerine odaklanır. Dinin genel mahiyeti, felsefe ve tarihle ilişkisi, madde-zihin düalizmi, kötülük problemi, kişilik, enkarnasyon, kefaret ve mucize konuları, bu sıkı metinde bütüncül bir kavrayış zeminine oturur.
Söz konusu çalışmanın hakkıyla kavranabilmesi adına vurgulamak gerekir ki Collingwood’un meta-felsefe ve tarih felsefesi alanındaki önemli çalışmaları, felsefi analizin rolü ve karakteri ile felsefe yönteminin neden doğa bilimleri ve pozitif bilimlerin yöntemlerinden farklı ve onlara indirgenemez olduğuna dair sürekli bir tartışma içerir. Sıklıkla İngiliz idealistlerinden biri olarak adlandırılsa da Gilbert Ryle ile yazışmalarında bu durumu açıkça kabul etmediğini dile getirmiştir. Kırklı yaşlarının ortalarından itibaren çalışmaları yeni gelişmekte olan analitik felsefe okuluyla giderek artan bir diyalog içine girmiş ve erken analitik felsefede hâkim olan neoampirist varsayımlar ile analitik okulun yıkmaya çalıştığı metafizik türünü eşit derecede reddetmiştir. Onun mantıksal metafizik reformu aynı zamanda felsefi sorgulama için ayırt edici bir rol sağlar ve bu nedenle felsefenin yalnızca terapötik bir anlayışını ya da sıradan dil felsefesi tarzında dilbilimsel analiz içinde çözülmesini savunmaktan uzaktır.
TEVFİK TURAN
Aforizmalar
ve
Denemeler (çeviri sürüyor)
Robert Musil
• Kırmızı Kedi Yayınları
Felsefe, Deneme
Musil’in “mümkün en küçük bütün” diye tanımladığı aforizmalarından, aforizma teriminin yaygın anlamına dayanarak özlü birer “hakikat” beklemek yanlış olur. Buyrukların bilgiçliğini taşır görünen cümleleri bile, sanki hemen göreceleştirilmek için ortaya atılmışlardır: "Cevaplarında filozofun iddialı seviyesi ve edebiyatçının sorgulayışı bulunsun! Kendimi böyle idealize edebilirdim."
Musil daha çok kültür tarihi ve politikası gibi “genel” konularla uğraştığı bu kısa metinlerinde yer yer felsefi kavramlar geliştirir (rasyonel’den farklı bir rasyoit kavramı gibi), saygısızca tespitlere varır (“Adalet sistemi şüphesiz mekanize, reçetemsi bir şey olmuştu. Derken birdenbire ruh kazandı: eğitim kampı, kınama, dayak ...”), retorik sorular sorar (“Müziğe ve psikanalize soru. Müzikteki sembolizm psikanalizin deşifre ettiği sembolizmle aynı ilkellik içinde değil mi?”) veya cevapları düşünülecek gerçek sorularını kaydeder:
Etik. Benim etiğim, ki göz ardı etmeye çok mâilim, bir “en yüce varlığa” sahip, o da zihin. Fakat bu, filozofların bana pek sempatik gelmeyen, aklın en yüce varlık olduğu yolundaki tasavvurundan hangi noktada farklı?
Not ettiği düşüncelerin arasında, herhangi bir önerme çıkaramayacağımız kadar kısa ve çağrışımlara açık olanlar da vardır (“Tarihin çapkınlığı” veya “Hayat ne kadar unutkan!”).
Musil 1911-37 arasında yazdığı denemelerini derlemekten bile kaçınmış, “tesadüfî vesilelerle yazılmış, o yüzden biçimi de tesadüfî”, “elden geçirilmesi imkânsız” bulmuştur: “Ama bu çalışmaları inkâr etmek de istemem. Nasılsa öyle yayınlansın.” Denemeler Musil'in ölümünden sonra nihayet kitaplaştığında, gazete ve dergilerde basılmış olanların pek çoğunun neredeyse kaybolmuş olduğu anlaşılır. Adolf Frisé 1955’teki yayımına 24 yazı alabilecek, buna daha sonra yazma olarak bulduğu 10 metni ekleyebilecektir.
Denemeler daha çok, iki savaş arasında Avrupa’nın içinde bulunduğu politik ve kültürel durum üzerinedir. Antropolojiyle politika arasındaki geniş bir çerçeve içine oturan analizler hem o dönemin hem bugünkü dünyamızın eleştirisi bakımından çarpıcı sonuçlara varır. Musil’in ırk, millet, savaş, kitle ruhu, sosyalizm … üzerine düşünceleri birer “ezber bozma” alıştırmasıdır, kolay yorumdan kaçınmaya, somutu güç yanlarıyla düşünmeye çağırır:
Milyonlarca insanın, daha önce sadece kendi faydaları doğrultusunda ve üstüne badana çekilmiş bir ölüm korkusu içinde yaşarken, birdenbire, coşku içinde millet uğruna ölüme koşmasının bir şey ifade etmediğine mi inanılmak isteniyor? Vicdanın pasifist sesine kulak vereyim derken olayın bu sesini işitmemek için insanın hayat kulağının gayet az gelişmiş olması lazım. Ve milyonlarca insan kendilerini, varlıklarını, […] kahramanlık adına sahip oldukları her şeyi bir hayalete feda etmiş olsalar bile: Bu noktadan sonra hemencecik uyanıp bilince dönmek, bir sarhoşluktan ayılmışçasına ayağa kalkıp yola devam edivermek mümkün müdür, olup bitene bir sarhoşluk, psikoz, kitle telkini, kapitalizmin, milliyetçiliğin gözbağcılığı veya her neyse deyip devam edivermek?
Metinlerden birinin şu girişi, Musil’in deneme poetikasını ortaya koyması bir yana, yazan herkesin kulağına küpe olmalı:
Sadece söylediğim şeyin değil, buna karşı söylenecek olanın da yanlış olduğundan eminim. Gene de konuşmaya başlamak gerek; böyle bir meselede hakikat arada bir yerde değil, içine tıkıştırılan her yeni görüşle biçimini değiştiren, ama gittikçe daha elle tutulur bir biçim alan bir çuval gibi.
TUĞÇE ÖZDENİZ
Kardan Kız Kardeşim
Maja Lunde
Resimleyen: Lisa Aisato
Çev. Ebru Tüzel
•
Can Çocuk
Bu yıl ekonomik krizin derinleşmesiyle birlikte yükselen maliyetlere ve kitap fiyatlarındaki kaçınılmaz artışa tanıklık etmek, kitapların gitgide daha az okura ulaştığını görmek beni de birçok meslektaşım gibi karamsarlığa sürükledi. Gelgelelim bu karamsarlıkla mücadele etmenin en iyi yolu yine okumaya, yazmaya, üretmeye devam etmek oldu.
Finlandiyalı yazar Vuokko Hurme’nin tersine dönen ve kaynakları tükenmeye yüz tutan bir dünyada yaşayan Lenna ile ailesinin sıradışı hayatlarını anlattığı, Nil Deniz Çıdanlı çevirisiyle yayımladığımız Tepetaklak ve Katalan yazar Tina Vallès'in sekiz yaşındaki Clàudia ile evden çalışan, içe dönük bir düzeltmen olan yeni komşusu arasındaki arkadaşlığı anlattığı, Emrah İmre’nin güzel çevirisiyle yayımladığımız Bay Evdeyokum’un Post-it’leri bu yıl çok severek hazırladığım kitaplardandı.
Ne var ki Norveçli yazar Maja Lunde’nin otuzu aşkın dile çevrilerek uluslararası alanda adından sıkça söz ettiren kitabı Kardan Kız Kardeşim dostluğa, kardeşliğe, yasa, insanın kayıplarla mücadelesine dair eşsiz bir hikâye oluşuyla aklıma kazındı.
Ablası Juni’nin ölümüyle sarsılan Julian ve ailesinin günleri bu kaybın yüküyle geçip gitmektedir. Noel’e sayılı gün kalmasına rağmen Julian’ın annesiyle babası bunu tamamen unutmuş gibidir. Üstelik Noel aynı zamanda Julian’ın doğum günüdür. Julian’ın bir kutlama yapılacağına dair hiç umudu yoktur. Tekdüze, neşesiz geçen günlerde Julian’ın aklını dağıtan tek şey, gittiği yüzme antrenmanlarıdır. Bu antrenmanların birinde Julian, kızıl, kıvırcık saçları, ayrık ön dişleri ve cıvıl cıvıl konuşmasıyla dikkat çeken Hedvig’le tanışır. Bu tanışma, Julian’ın hayatını büsbütün değiştirecektir.
Charles Dickens’ın Noel Şarkısı’ndan ve Andersen Masalları'ndan tanıdığımız hisleri anımsatan Kardan Kız Kardeşim çağdaş bir hayalet hikâyesi. Lisa Aisato’nun ışıl ışıl, büyülü illüstrasyonlarıyla renklenen, Ebru Tüzel’in Norveççe aslından dilimize özenle çevirdiği bu güzel kitabı her yaştan okura çekinmeden tavsiye ederim.
TÜLİN ER
Web of Meaning
Jeremy Lent
•
Edisyon Kitap
Bilim, Felsefe
İklim krizinin artık kendini adamakıllı hissettirdiği, ekolojik yıkımın hiç olmadığı kadar tırmandığı bir dönemde yaşıyoruz. Gezegenin ısınmasını durdurmak için dünyanın dört bir yanında pek çok bilimsel çalışma yapılıyor. Yayın dünyası da günümüzün bu en önemli meselesine kayıtsız değil. İklim krizi, gezegenin ve insanlığın geleceği üstüne pek çok kitap yayımlanıyor. Onlardan biri de Jeremy Lent’in Web of Meaning kitabı.
Jeremy Lent kitabını, karşı karşıya kaldığımız bu en büyük krizden birine çözüm olabilecek bir seçenek üstüne kurmuş. Alt başlığı içeriğini büyük oranda özetliyor: “Evrendeki Yerimizi Bulmak İçin Bilim ile Geleneksel Bilgeliği Entegre Etmek.” Çevre ve iklim konusundaki yazıları, kitaplarıyla son yıllarda adını sıkça duymaya başladığımız George Monbiot, Jeremy Lent için “çağımızın en büyük düşünürlerinden biri” diyor.
Kitap “Ben Kimim?” “Neredeyim?” “Ben Neyim?” “Nasıl Yaşamalıyım?” “Neden Ben?” ve “Nereye Gidiyoruz?” başlıklı altı kısımdan ve toplamda on üç bölümden oluşuyor. Modern çağlarda yitirmeye başladığımız beden-zihin uyumunun yanı sıra insanların birbiriyle ve doğayla yakın ilişki içinde yaşamayı da unuttuğunun altı çiziliyor. Kitapta bunların nedenleri ve sonuçları üstünde durulurken olası çözüm önerileri de gösteriliyor.
Yazara göre, içinde yaşadığımız iklim krizine ancak hem bilimden hem de eski toplumların geleneksel öğretilerinden faydalandığımızda bir çözüm bulabileceğiz. Dünyaya bakışımızı değiştirdiğimizde daha başka, daha iyi bir dünyanın mümkün olabildiğini göreceğiz. Bunun için de modern düşünce sistemlerini, evrimsel biyolojiyi ve bilişsel nörobilimi yerli toplulukların bilgeliğiyle bir araya getirmemiz gerekiyor.
Her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğu dünyamızda dışlayıcı değil kapsayıcı, doğanın içsel bilgisini okumayı öğrenerek, kısa vadeli kârın değil sürdürülebilir bir ortak yaşamın gözetildiği bir yaşam kurulmasından söz ediyor Jeremy Lent. Bunun bir ideal dünya kurmak değil yaşamı sürdürebilmek için bir mecburiyet olduğunu artık görmemiz gerekiyor.
Web of Meaning, 2023 yılında Edisyon Kitap tarafından yayınlanacak. Çeviriyi çok yeni teslim ettiğim ve hacimli bir kitap olduğu için biraz daha işi var. Heyecanla, merakla, çok şey öğrenerek çevirdiğim bir kitap oldu. Okuyanların da seveceğini umuyorum.
TUNCAY BİRKAN
Ütopya
Thomas More
•
Koridor Yayınları
Felsefe
Bu sene yaptığım işler arasında bana en doyurucu hissi, Koridor Yayınları için Thomas More’dan yaptığım Ütopya çevirisi verdi. Hem hiç bu kadar eski tarihli metin çevirmemiş olduğum için hem de bu metnin zaten halihazırda epey çevirisi olduğu için en başta tereddüt etmiştim ama iş ilerledikçe bunlar hoş birer meydan okumaya dönüştü sanki: Hele bir de metni üç ayrı İngilizce çevirisinden yararlanarak çevirmeye karar verince işin zorluğuyla beraber verdiği haz da çoğaldı. Türkçedeki mevcut çevirilerde de ya anlamsal sıkıntılar ya da Türkçe söyleyiş sorunları tespit ettim, daha iyisini yapmak şart diye düşünmek de beni rahatlattı. Kendini komünist olarak tanımlayan biri olunca zaten bütün ütopyalarla yakından ilgileniyor, ütopyacı düşüncenin yüzyılımıza hitap edebilecek şekilde ihya edilmesi gereğini şifahen hep söylesem de bu fikirle yazılı olarak hesaplaşmam gerektiğini de düşünüyordum. O yüzden türün kurucu metnini çevirmek iyi bir vesile olabilir gibi belli belirsiz bir düşünce de aklımdan geçmedi değil. Gerçi metni yıllar önce okuduğumda daha çok vazife hissiyle okumuş, pek tadına varamamıştım; üstelik ütopyadan ziyade distopyaya yakın bulmuştum ama metni çevirirken hem zenginliğini daha yakından gördüm hem de aceleci bir hüküm verdiğimi anladım. Bunun niye böyle olduğunu anlamak için de metni çevirirken zaten başladığım ikincil literatür okumalarını olağanüstü genişlettim, yüzlerce sayfa not çıkardım. Sonra da hem o dediğim hesaplaşmayı yapmaya sahiden vesile kılmak için hem de okurlar da benimle aynı hataya düşmeyip Ütopya’yı eğrisiyle doğrusuyla daha iyi değerlendirebilsinler diye düşünerek kitaba bir da Sonsöz yazmaya koyuldum: Ana metnin üçte biri uzunluğunda, 50 sayfalık bir metin çıktı ortaya (üstelik kitabın redaksiyonunu üstlenen hayat arkadaşım Aslı Biçen’in uyarısı ve önerisiyle 10-15 sayfalık fazlasını da kullanmadım, sonradan ayrı bir yazı olarak yayınladım: Bir taşla iki kuş!). Çeviri Aslı’nın ve son okuma işini üstlenen Oğuz Tecimen’in önerileriyle epey bir pürüzünden de arındığı için sonuçtan gayet memnunum; yazdığım Sonsöz’ün de okurlara metni tarihsel ve stilistik bağlama oturtma konusunda sahiden yardımcı olabileceğini düşünüyorum. Umarım onlar da okuduktan sonra benimle aynı fikirde olurlar.
UTKU ÖZMAKAS
Anti-Kapitalist Günlükler
David Harvey
•
Sel Yayıncılık
Teori
David Harvey’nin karantina günlerinde hazırladığı podcast ve çevrimiçi video derslerini bir araya getiren Anti-Kapitalist Günlükler’i çevirmek benim için büyük keyif oldu. Zira Harvey bu derslerde gücün finansallaşmasından Çin’in mevcut durumuna, yabancılaşmanın yeni biçimlerinden iklim değişikliğine kadar farklı konuları tartışmaya açıyor; üstelik bunu teorik bir gürültüde nesnesini muğlaklaştırarak değil, aksine zaman zaman görünmezleştirilen somut unsurlara temas ederek yapıyor. Farzımuhal, Çin’in 2012-2014 arasında ABD’nin bir önceki yüzyılda tükettiğinin iki katı kadar çimento tükettiğini okuduğumda epey şaşırmıştım. Aynı şekilde Harvey’nin her zamanki berrak üslubuyla Chicago’da kapatılan bir fabrikada çalışanlar ve aileleriyle yaptığı görüşmeler üzerinden kaleme aldığı bölüm de beni epey heyecanlandırmıştı. Tabii metnin belli yerlerde düşüncenin pusulasını somut önerilere çevirdiğini de eklemeliyim; bilhassa ekolojik felaket üzerine kafa yoranların “Karbondioksit Salımları ve İklim Değişikliği” başlıklı bölümü ilgiyle okuyacaklarını tahmin ediyorum. Teorinin geleceğe havale edilmiş hükümler vermek olmadığını, neoliberalizmin kaynama noktasına vardırdığı kaygıların dünyanın pek çok yerinde huzursuzluklara yol açtığını görmek okur olarak bana iyi geldi.
Çeviri sürecinin en güzel yanlarından biri, metni Volkan Atmaca’nın titiz gözlerine emanet etmekti; zira çevirmen ile editörün birbirine doğrularını dayatmadığı, yalnızca metnin daha iyi olması için ortaklaşa düşündüğü bir süreç yürütmek masanın bu tarafını daha keyifli kıldı. Bu vesileyle kendisine bir kez daha teşekkür ederim.
ÜMİT MUTLU
Kaçak Yolcu
John David Anderson
Çev. İpek Güneş Çıgay
•
Tudem Yayın Grubu
13 yaş ve üzeri
John David Anderson’ı daha ziyade, duyarlılıkla anlattığı dostluk ve aile hikâyelerinden tanırız; Üç Çocuk, Bir Öğretmen ve Unutulmaz Gün’de de böyleydi, Tuhaflıklar Ailesi Yollarda’da da. Yeni romanı Kaçak Yolcu’da ise aslında, kalemini bambaşka bir türe, bilimkurguya yöneltiyor ama içinde her daim yanardağ gibi tüten bu dostluk ve aile bağı izleklerinden vazgeçmiyor. 2050’lerde, evrenin derinliklerinde, uzay korsanlarının arasında ve galaksiyi sarsan bir savaşın ortasında babası ve ağabeyini bulmaya çalışan 13 yaşındaki bir delikanlıdan söz ediyoruz ne de olsa. Muhtemelen hiçbir aile bu denli ayrı düşmemiştir dünyada ve hiçbir aile, galaksilerarası bir savaşı önleyebilecek bilgi birikimine sahip değildir. Fakat Leo bunu başarabilir. Önce birtakım adımları atmaya mecbur olsa da, başarabilir. Kendisini alıkoyan korsanları bu amaç için ikna edebilir mesela. Sonra, evrendeki en değerli yakıt kaynağı uğruna türlü badireler atlatıp, David Bowie’nin plaklarıyla takas edilecek mücevher değerinde bilgilere erişebilir. Uzay gemileri savaş toplarının arasından son sürat kaçarken o kılık değiştirip düşman saflarına sızabilir. Üstelik tüm bunları yaparken, hem gelecekte gerçekleşecek dramatik bir kavuşmanın hayalini kurabilir hem de geçmişte, annesiyle ilgili koca bir yükü omuzlamayı başarabilir.
Maceranın sonunu ise şimdilik kestiremeyebilir, çünkü... hayatın neler getireceğini kim bilebilir?
Kaçak Yolcu, 2022 yılında yayına hazırladığım kitaplar arasında açık ara en sevdiğimdi. Gerek türü, gerek türe ait unsurlara kusursuzca yer vermesi (ve yine türe ait kült eserlere yaptığı harika göndermeleri) gerekse de dram-mizah oranını hassas tartıyla tartmışçasına dengelemeyi başarması sayesinde, uzun zamandır bu yaş grubu için okuduğum en güzel romanlardan biri oldu. (Elbette bunda, İpek Güneş Çıgay’ın kitabın ruhunu sımsıkı kavrayan çevirisi de büyük pay sahibiydi.) Üstelik Anderson, baştan sona sinematik bir üslup tutturduğu kitabında çok daha “derin” konulara da eğiliyordu; tabii “aile”den daha ciddi bir şey varsa: çevre sorunları, insanlığın geleceği, evrendeki yerimiz, savaşın ve tüm savaşların anlamsızlığı, güç istenci yolunda yok olan hayatlar...
13 yaş üzeri genç okurlar kadar yetişkinlerin de büyük zevkle okuyacakları roman, “İkarus Günlükleri” serisinin ilk kitabı. Ben de herkes gibi ikinci kitabı merakla bekliyor, hikâyenin varacağı nihai noktayı pek çok kişiden önce görebilecek olmanın da –biraz haksız– gururunu yaşıyorum!
YANKI ENKİ
Son Saatler
Burak Evren
•
İthaki Yayınları
Öykü
2022’de beni bir editör olarak en mutlu eden kitap Burak Evren’in Son Saatler adlı öykü derlemesi oldu. Bu kitabın, editörlüğünü yaptığım eserlerin arasından sıyrılmasının nedeni, yazarın bir önceki kitabının üzerinden neredeyse on beş yıl geçmesi ve benim bu süre içinde onun yeni kitabını belirsizlik içinde beklemek zorunda kalmış olmamdı. Burak Evren’in, 2008’de Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü’ne layık bulunan Rüyalarının Kızı adlı kitabından sonra yeni öykülerinin bir araya geldiği bu kitapta birçok farklı üslup ve türde metinler yer alıyor, o yüzden sürprizli ve okuru daima odağında tutan bir atmosfere sahip. Örneğin, öykülerden biri distopya türündeyken, bir diğerinin merkezinde korku edebiyatının mihenktaşlarından birine yapılan örtük göndermeler mevcut. Yeraltı dünyasından da kahramanlar çıkıyor karşımıza, yerüstünden de… Bazen, aniden toplumsal, gündelik gerçekler vuruluyor yüzümüze. Son derece gerçekçi imgelerin, vakaların yanında sürreal ve simgesel evrenlerle de selamlaşan, ölümün ve yokoluşun geniş bir alan kapladığı bu öyküler, insana hem hayattaki yerini ve manasını düşündürüyor hem de hayatımızdaki maddi, somut koşulların soyut olanlar üstündeki etkisini ve bazen de ikisinin alışverişini yansıtıyor. En güzel yanı ise, yazar bunu fazlasıyla yalın, akıcı bir dille yapıyor. Kapağından da tahmin edileceği üzere, melankolik bir kitap bu. Her öyküde birilerinin, bir şeylerin ya da bir yerlerin son saatlerine tanıklık ediyoruz. Bu kitabın 2022’nin hanesine yazılmasının aslında müjdeci bir tarafı da var. Burak Evren’in on beş yıl önce Varlık Yayınları tarafından yayımlanan ödüllü kitabı Rüyalarının Kızı, uzun yılların ardından, 2023’te tekrar karşımıza çıkacak ve kimbilir, belki bir sonraki müjde, yazarın yepyeni bir eseri olacak…
Comments